Muhteşem Bir Ölüm

Muhammed Karaman ve Mustafa Çörtük’e [intense_dropcap]F[/intense_dropcap]irketem çözüldüğünde çıkan o ses dışarıdaki motor gürültüsünün o coşkun azametine rağmen “çınnnn” diye değdi kulak zarıma. Sadece bir adım attım, sadece bir adımla göğün insana cennetin gerçekten o yönde olduğunun en büyük ispatı olan o huzuru, o özgürlüğü, o boş vermişliği kucakladım. Boşluk hep kötü, anlamsız ve beyhude bilinir hani; şairler, yazarlar onun insanı nasıl çıldırtan bunalımlara sürükleyeceğini tasvir ederler. Belki ruh boşluğa düşünce doğrudur dedikleri ama ya beden, ruhun kabuğu bu etten çelişki! Paraşütle atlamalı ömürlerinde en az bir kere tüm şairler, yazarlar, ressamlar. Belki o zaman öve öve bitiremedikleri özgürlüğün sadece göklerde
Kasım '13

Muhammed Karaman ve Mustafa Çörtük’e

[intense_dropcap]F[/intense_dropcap]irketem çözüldüğünde çıkan o ses dışarıdaki motor gürültüsünün o coşkun azametine rağmen “çınnnn” diye değdi kulak zarıma. Sadece bir adım attım, sadece bir adımla göğün insana cennetin gerçekten o yönde olduğunun en büyük ispatı olan o huzuru, o özgürlüğü, o boş vermişliği kucakladım. Boşluk hep kötü, anlamsız ve beyhude bilinir hani; şairler, yazarlar onun insanı nasıl çıldırtan bunalımlara sürükleyeceğini tasvir ederler. Belki ruh boşluğa düşünce doğrudur dedikleri ama ya beden, ruhun kabuğu bu etten çelişki! Paraşütle atlamalı ömürlerinde en az bir kere tüm şairler, yazarlar, ressamlar. Belki o zaman öve öve bitiremedikleri özgürlüğün sadece göklerde olduğunu anlarlar, belki kuşlar insanlardan daha yüce, daha şerefli anlamlanır kalemlerinde, göklerin hastası olurlar, koşa koşa ordunun paraşütçü okullarına yazılırlar.

Ne kadar çok atlamışım, ne kadar çok armağan etmişim ki bedenimi göklere, adımımdan sonra karşılaştığım boşluğun aslında telaş verici tek hususiyeti olan o derin soğukluk bir basit günlük unsurdu sanki. Yüreğim hoplamadı, kollarımı ve bacaklarımı açtım, işaret parmağım açma ipindeyken etrafıma baktım. Allahım! Gökler mantara kesmişti, yıldızlar ışıktan avuçlarıyla yeryüzüne kum renkli mantarlar saçıyorlardı, binlerce, on binlerce… Ve ay yıldızların yeryüzünün açgözlü müdavimlerine böyle bir ikram sunmasına şaşırıyor, bu ikramı parıldatan şeyin kendi benliği olduğunun farkındalığıyla yaramaz, uçarı bir çocuk gibi gülümsüyordu. İpimi çektim, benim mantarım da sırtımdaydı şimdi, rüzgarın nefeslerinden biri mantarımın altında beni ait olduğu yurdu gökte tutmak için çabalıyordu ama nafile. Salına salına süzülüyordum. Altımızda etrafını tarlaların, ormanların çevrelediği koskoca bir şehir! Bu ne kadar güzel bir manzaraydı Allah’ım! Birbirine cılız dereleri bağlayan ve ileride kara tepelerin ardında süzülerek kaybolan koskoca bir nehir, koca ağaçlardan oluşan bir çemberin ortasında uykusuna devam eden üçgen prizma çatılarıyla bir kilise, ayın ışığının varlıklarını belli ettiği sıra sıra evlerin dizildiği mahalleler. Sessizlik manasını artırıyordu toprağa serilmiş bu güzelliklerin ve uzaklık, ve göklerde olmak şen birer ayrıksılık sağlıyordu ruhlara, ulaşılmazlık o Yunan destanlarındaki zaaf dolu tanrılar gibi hissettiriyordu biz mantar tanelerine. Yüreği korkudan yarılanlar var mıydı acaba? Boşluğun, serinliğin, uzaklığın ve sessizliğin doğuracağı şey korkudan ziyade aymazlık olurdu aslında. İnsan hep kendini toprağın parçası hisseder ya, telaşın ve zamanın parçası! Göklerde sadece güzellik olurdu, gökler bir şahitlik yuvasıydı, kimi zaman kısa, kimi zaman uzun olan bu yolculuklarda insan sadece cennetin ne kadar yumuşak döşeklere sahip olabileceğini kavrardı.

[intense_dropcap]H[/intense_dropcap]iç beklemediğim bir anda şehrin onlarca köşesinde keskin ışıklar ayın huzmeleri ile çakışmaya başladı. Beyazlı, sarılı ama olabildiğince keskin ve gökleri bayram yeri yapmaya çalışan ışıklar. Ayın yüreğine saplanmaya and içmiş okların gerisindeki izlerdi sanki. Ardından cılız bir siren sesi ki uzak, şehre çok uzak bizlerin kulağına dağlar ardındaki bir trenin ürkütücü çığlığından farksızdı şimdi o. Ardından ışıklar göklere doğru turuncu ateş parçacıkları savurmaya başladı. Bütün mantarlar kar taneli gibi nizami bir çizginin üzerinden düşmüyordu artık anayurdumuz olan toprağa. Yakınımda bir çığlık duydum ve acı eğer kader defterine yazılmışsa sahibini bulacağı yerin o kadar da önemli olmadığını anladım. Altımdaki birkaç mantarın göbeği yandı ve güzelim mantar lacivert boşluğun içinde kuyruğu düşen bir uçurtma gibi yalpaladı. Başımı annemin göğüsleri arasına dayayıp nazlanmak istedim, canım yulaf ekmeğine sürülmüş tereyağı istedi. Bir çığlık daha duydum, başımı göklere çevirdim başka mantarların göğe saçıldığını gördüm. Her geçen saniyede siren sesi korkutuculuğunu artırıyordu ve çatlak çığlıklar… Sağ yanımdan, sadece yedi sekiz metre ötemden bir mantarı taşıyan bedenin başı olmadığını gördüm. Boynumun kenarından turuncu çizgilerden biri geçti. O an istedim ki başka bir boyuta geçeyim, bir saniye birkaç on yıla dönüşsün, hemen bir kızla evleneyim, soğuk geceler olsun eşimle yorganı üstümüze çekelim, bir çocuk yapalım, hayır hatta ikiz çocuklarımız olsun, onları sevgiyle büyütelim, sarılalım, öpelim, ısıralım, koklayalım, hayır hayır hiç büyütmeyelim, onları yanık topraklara ve ateş kusan demirlere kurban etmeyelim. O boyutta aç, fakir, sevimsiz, köhne bir dünyada sadece huzurumuza sarılıp yatalım. Patatesin, mısırın, yulafın bile ulaşılmaz olduğu bir dünyada çocuklarımıza ulaşalım, sevginin gübre kokuları ve açlıkta da yaşatılabildiğini kanıksayıp hiçbir kavgaya karışmayalım. Ne öyle bir boyut vardı kainatın bir yerlerinde, ne de gök ve yer arasında hiç muhterem sayılmayacak bu telaşımı boğabileceğim herhangi bir nokta. Bu dev demir kuşlar hiç mi utanmıyorlardı bu kadar umutsuzluğu alicenap salınışlarla kapkara boşluklara savurmaya. Turuncu çizgiler daha bir alaycıydı şimdi, siren daha bir acı. Takırtılar ve yavaş yavaş yükselen o koyu duman… Ne oldu bilmiyorum, bedenimde bir anda pamuksu mu pamuksu bir huzur hissettim. Etrafıma baktım, az sonra yeryüzüne varmış olacaktım, pamuksuluk insanlığın atayurdu olan bu tozlu topraklı keşmekeşe varışın güveniydi herhalde. Takırtılar sirenin acılığına telaşı da eklemlemişken kafamı yukarı kaldırıp paraşütüme baktım. Hiçbir sorunu yoktu, delinmemiş ve yanmamıştı. Yere düşünce ondan nasıl sıyrılacağımı çok iyi biliyordum. Uyuşmaya başlamış bacaklarımı hareket ettirdim, sol bacağım öyle uyuşmuştu ki resmen hissetmiyordum. Yere düşerken bir dengesizlik yapmaktan ve toprağa çakılıp bir yerlerimi kırmaktan korktum. Üzerimdeki o pamuksu huzur gittikçe artıyordu, sanki paraşüte asılı olan bedenim değil de ruhumdu. Uzakta kimi mantarların kocaman ağaç dallarına asılı kaldığını gördüm, daha engebesiz bir bölgeye düşmek için omzumdaki iplere uzanıp mantarıma yön vermek istedim. Gücüm yetmedi. Ellerimi bile kaldıramıyordum. Ne oluyordu bana, korkuyordum. Bacaklarımı tekrar hareket ettirmeye çalıştım, olmadı, başaramadım. Binbir güçlükle başımı eğdim, sol bacağım yerinde yoktu. İnsan bir organının yokluğunu böylesi normalce karşılar mı, gökler delirtmiş miydi yoksa beni! Toprağa yanaştığım o anda göz kapaklarıma hakim olamadım, son gördüğüm şey dev gibi bir çınarın kalın dalları oldu. Dallar yapraklara sahipti. Yeşil, kocaman çiftçi elleri boyunda ve insanın sarılıp yorgan edinmek istediği yapraklar…

  ✪

Önceki

[Lost in Kiev] Umudumuz var, savaşıyoruz!

Sonraki

Rick Griffin için kısa bir ağıt