Medua/Almaata - Kazakistan ~ Pınar İlkiz
Medua/Almaata - Kazakistan ~ Pınar İlkiz

Türsüzleşme

Semih Yıldız'dan doğanın ve ağaçların yıkıcılığından tahrip olmuş bedenlere uzanan bir öykü.
Mayıs '11
Medua/Almaata - Kazakistan ~ Pınar İlkiz
Medua/Almaata - Kazakistan ~ Pınar İlkiz

Tertip ve düzenden sıyrılamamış tavırlarından suçluluk duyuyorlardı aslında hayvanlar. Taşkınlıkta bulunmak onların da hakkıydı. Zira insanbahçelerine gidip farklı türlerin yaşama biçimlerini öğrenmek istiyor ve hatta cinsel yasaları tıpkı ağaçlar gibi ihlal etmek istiyorlardı.

Birileri onlara belli bir türün soyundan geldikleri için, şimdi adını vermeyeceğim bir isimle hitap ediyordu. En belirgin özellikleri iyi birer kazıcı ve görmedikleri halde, görme duyusu olan bir varlıktan daha rahat hareket edebilmeleriydi. Ama ne kadarda rahat olurlarsa olsunlar kendilerini yeryüzünde pek rahat hissetmiyorlardı. Atmosferin o soğuk çıplaklığı ve genişliği, tehlikenin hangi yönden geleceği muamması onları deli ediyordu. Toprağın altında yaşamak onların paranoyak hayatlarında en güvenli yaşam alanıydı.

Ne var ki doğanın ulaşamayacağı, yıkamayacağı engel yoktu. Onların toprak altındaki en büyük düşmanı zamanla ağaçlar oldu. Ağaçların ilk bakıştaki o masum görünümleri, derinliklerine inildikçe önlerine çıkan varlıklara ciddi zarar veren bir tehlike olduğunu gözler önüne seriliyordu.

Ağaçların, doğanın belki de en güçlü canlılardan biri haline gelişindeki en büyük özelliği ise kökleriydi. Köklerinin yıkamayacağı, delemeyeceği madde yoktu. Bu engel tanımayan uzuvlar, zamanla kendi başlarına hareket etmiş ve bir ağacın başlı başına tek bir varlık olma özelliğinden ayırmıştı.

Ağaçların uzuvları zamanla doğanın çetrefilliğine uyum sağlamış, kendi aralarında olmasalar da diğer canlılar üzerinde üstünlük sağlamak için büyük bir değişime uğramışlardı. Uzuvlar zamanla üreme organlarına dönüşmüştü. Böylece yeraltında hatta yeryüzünde yaşayan bütün canlıların, nesilleri tehlikeye girmişti.

Neredeyse türlerin çoğu bu tehlikeden kaçmayı başaramayıp, uzuvların zorla birleşimlerine maruz kalmış ve türleri mutantlaştırmıştı. Doğan yeni türler yaşamsal özelliklerini doğaya entegre edememişler ve doğada tutunamamışlardı. Kısa sürede yok olmaları kaçınılmaz oluyordu.

Aklı almaz sayıda tür oluşmuş, bu türler yok olmadan birbirleri arasında ki birleşimler sonucu çok kısa ömürlü ama çok sayıda tür oluşup yok oluyordu.

Böyle bir ortamda, öykünün başında belirttiğimiz türün hikayesine tekrar dönebiliriz.

O gün karar verdikleri gibi insanbahçelerine gitmişlerdi. Tel örgülerle çevrili, insanbahçelerine girişi bulmaları hayli zaman almıştı.

I.

Ölü kadınların tüysü koltuk altlarını

Birer üreme organı gibi seziyor köstebekler

Bahçeye yerin altından birer gölge gibi süzülüyorlar

Tahrip olmuş bedenleri izleyerek kendilerinden geçiyorlar

Çünkü onlar uzuvların gazabına uğramış kullar

Onlar işkencenin doğum olduğunu anlayan ucubeler

Bir festivale benzeyen çürümeyi kutluyorlar

Köstebekler… onlar seyrin en kokuşmuş sahnesinde

Kör olduklarına dua edip, toprağa tapıyorlar…

II.

Tüysü koltukaltlarında kadınların, gidip gelen erkek kasık araları

Bir çocuğun, tamda boyunlarından doğmasını sağladı

 

Zamanla önüne geçilemeyen bu çarpık türlerin çoğalması, insanbahçesinde yaşayan insan ırkını da tehlikeye sokmuş, bir çok kentte oluşan saldırılardan binlerce insan tecavüzlere maruz kalmıştı.

Zira penisleşmiş köklerden kurtulmak çok zordu. Bütün bir apartmanı sarıp, duvarları delerek önlerine çıkan bütün varlıklarla birleşme yoluyla zehirlerini veya tohumlarını rahimlere bırakıyordu. Bu zehir o kadar etkiliydi ki erkeklerin doğurganlık özelliklerini, genlerin saklı kalmış köşelerinden bulup canlandırıyorlardı.

Velhasıl saldırıya uğramış insan toplulukları, diğerleri tarafından hemen aforoz edilip, kent dışında, kurak bir alana, apar topar bir karantina bölgesi kurulup yerleştirilmişti. Saldırıya uğrayanlar, rahimlerinde taşıdıkları türleri doğurduktan sonra değişime uğramıştı; kadınların çoğu doğumdan sonra rahim bölgelesin de oluşan asalak virüsler yüzünden çok geçmeden deforme olmaya başlıyordu, erkeklerin doğumdan sonra bedenin herhangi bir yerinde penisler çıkıyor –bu penislerden gelen saf sütü mastürbasyonla sağıp doğan yeni mutantlara oral yoldan içiriyorlardı-, bazılarının parmakları durduk yere dökülüyor, karın bölgelerinde yabani bitkiler yeşeriyor, dışkıları topraklaşıyor, saçları yerine çalıların çıktığı oluyor, ayaklarının toprağa gömülüp kök saldıkları oluyor, kendileriyle cinsel birleşme yapabilecek genetiğe dönüşüyorlar ve kendi döngülerini, kendi birleşimlerini, bir başka türe ihtiyaç kalmadan gerçekleştiriyorlardı. Bazıları hiçbir alakası olmadan, saf, değişime uğramamış hayvan türleri doğuruyordu.

Bütün bunlar başladığında bedensel hastalığın yanı sıra ilk göze çarpan ruhsal hastalık ise şizofreniydi. Daha sonradan birbiri ardına hastalıklar zinciri görüldü. En sonunda ise bilinç altını tamamen birleşime girdikleri kökün psikolojisi ele geçirdi.

III.

Köstebekler haksızdı

Erkekler sancılı

Ama ermemiş toprağı eşelerken

Ağaçların penisleşmiş köklerinden fışkıran tohumlarla

Kadınlarda tüysüz birer adam oldular

 

Köstebekler haksız yere yakalandı

Ağaçlar sırf bu yüzden engizisyon mahkemelerinde yargılandı

Giyotin emir kuluydu

Saf DNA’larını koruyan insanlar, yaşadıkları bölgeyi yerden, köklerin ulaşamayacağı bir yüksekliğe kurulmuşlardı. Buraya Mega kent adını verdikleri yaşama alını demir yığınlarından oluşan bir yerdi. Nüfus oranı hayli azdı. Nüfusun çoğu askerlerden oluşuyordu. Bölgeye hatta dünyanın her yerine yayılmış olan bu tehlikenin önüne geçmek için inanılmaz bir mücadele verdiler. Kayıpları olmadı… Saldırıyı gökyüzünden sürdürüyorlardı. Dallar karşı saldırıda bulunmuyorlardı. Çünkü onları tedirgin edecek boyutta bir tehlike içinde değillerdi. Hızla ürüyorlardır… mutantların çoğu belli bir yaştan sonra toprağa bağlanıp ağaç olarak doğanın ordusuna katılıyordu…

Ta ki güneş yörüngesinden sessizce ayrılıp farklı bir boyuta gidene kadar…

Yazarın notu;: değişime bir veya iki defadan fazla maruz kalan yaratıklar, güneş sisteminden bağımsız varlığını yürütmüş olabileceğini düşünüyorum… Hikayenin başında insanbahçesine giren türlerin başına nelerin geldiği tarihin yok olan geçmişinde saklı. Gerçekçi olmak gerekirse onları öyküde konu edinmemde gereksiz bir ayrıntıdır. Aslında gereksiz bir düzenin hikayesini anlatarak sizi hayli sıkmışta olabilirim. Çünkü köstebekler, ağaçlar, insanlar ve mutantlar arasındaki bu mücadelenin hiçbir amacı yoktu. Kendiliğindencilik yüzünden önlerine ne çıkarsa tüketen uzuvlar bir kargaşa şenliğini doğurdu. Şenliğin ihtişamı o kadar hayret verici ve uyuşturucu etkisindeydi ki bir kez şenliğin atmosferini içine çekmiş olan varlığın bir bağımlılık kazanmaması imkansızdı. Değişime uğramak insanları ve hayvanları acı çekiyormuş gibi gösteriyordu saf DNA’lılara. Ama uzuvlar topraksı döllerle beraber sonsuza kadar kendilerini adayacakları birde din bırakmışlardı rahimlere. Değişimin her aşaması onlar için tanrıya giden yolda aşılmış bir engeldi.
Tüketiminin önüne geçemeyen bedenler kendi yapılarının özelliklerini kullanarak kendilerinden tüketim materyalleri yarattılar. Tüketim kısır bir döngüye girmiş oldu. Kurtarılmış bölgedeki insanlarının yaşadıkları alanlar zamanla genişlediği için kendi aralarında da çoğalma görüldü.  Güneş’in yörüngesini değiştirdiği güne kadar bağımsız ve saf olarak yaşadılar.
Görüyorsunuz ki bu gereksiz metinle zaman kaybetmiş ve sizi değerli bir çok eylemden mahrum bırakmış oldum. Öyleyse ne mutlu bana. ✪