Artwork: Ryohei Hase

Patates, Mandalina ve Ketçap

Kara yazdı, "O kadar fazla koşmuştum ki peşinden, artık onu vicdan azabı çekmeden öldürebilirdim"
Eylül '13

PATATES

Milli Kütüphanede, birbirine karışmış kitap ve mandalina kabuklarının istila ettiği masama başımı dayamış uyuyordum. Yorgundum ve vasat bir rüya görüyordum.

Yavaş yavaş uyandım başım hala masadaydı. Başımı masada sürükledim, karşı masadaki kadın eski ve kalın bir kitap okuyordu. Ona bakarken gözlerim bir daha kapandı. Birkaç dakika belki de bir saat sonra bir daha uyandım.

Karşımdaki kadın gitmişti. Kütüphanede de kimse yoktu. Masaların üzerinde sadece insan karışıklığı kalmıştı. Gözlerimi ovuşturup doğrulduğumda o kadını yeniden gördüm. Rafların arasından masaya doğru yürüyordu. Elinde bir kitap vardı. İlk önce kitabı masaya koydu ardından sandalyeyi çekti yeniden oturdu. Çok bitkin gözüküyordu ve beni görmezden geliyordu. Gözlüklerimi takıp yanına gitmeyi düşündüm ama o an nedense ağlamaya başladım. Bu halde ona mandalina ikram etmek biraz saçma olurdu o yüzden vazgeçtim. Bunun yerine onu ağlarken hayal etmeye çalıştım.

“Nasıl ağlıyordu acaba? Hıçkıra hıçkıra mı? Nefesi ağlarken değişiyor muydu? Peki, kalp atışları? Ağlarken ellerini ne yapıyor acaba? Gözleri illaki kızarıyordur. Gözyaşları yüzünde nasıl bir rota izliyor? Burnuna değip Kızılırmak gibi bir yay çizerek mi yoksa Sakarya gibi mi? Gözyaşlarının tadı nasıl acaba? Ağladıktan sonra aynanın karşına geçip kendisine bakıyor mudur? Düzenli cümleler kurabilir mi ağlarken? İlk damlanın sıcaklığını teninde hissettiğinde irkilir mi? Ağladığını fark etmediği olmuş mudur hiç?” gibi sorular eşliğinde onu hayal edemesem de merak ettim.

Onu izliyordum. Kütüphane ilahi bir güçle benim için sinema salonuna çevrilmişti ve ben de sadece benim için çekilmiş filmi beyni alınmış bir uzaylı gibi izliyordum. Bu arada ilahi güç patlamış mısırımı bile düşünmüştü.

Film durağan ama çok zevkliydi. Tüm zevkimi bozacak insanın ilk önce otoriter ayakkabı sesini duydum. Salonun ortasına kadar gelen görevli beş dakika sonra kapatıyoruz dedi. Elimdeki patlamış mısırları ağzıma tıktıktan sonra. Gayri ihtiyarı bir şekilde;– Yavaş kapat, daha film bitmedi. Dedim.Karşımdaki kadın yüzüme anlamsızca baktı. Ben de anlamsızca bir avuç mısır daha attım ağzıma. Bu anlamsız anlara görevlinin tekrar – Kapatıyoruz demesi muazzam bir anlam kattı. Ben usulca kalktım. Aslında usulca kalkan oydu ben hödük gibi kalktım. Elindeki kitapları bir kalkan gibi göğüslerine yapıştırdı. İşte tam o an bana baktı. Mahrem yerleri açılan Adem gibi bir yaprak aradım ama yoktu.

Kütüphaneden çıkıp yürümeye başladık. O önde ben arkada yürürken arada bir durup elektrik direklerine küçük etiketler yapıştırıyordu.  – Kız öpmek için eleman aranıyor.  Hanım kızımız hem güzel, hem kültürlü hem de biraz kırıktı. Bu hareketi tembel ruhuma yeni bir iştiyak daha kattı.

Sonra bir semt pazarına girdik. Onu kaybetmemek için aramızdaki mesafeyi daralttım. Pazarcılar yüksek sesle bağırıyordu. – Minibüste çift kişi parası ödeyen ablalara kazak!

Semt pazarından çıktığımız gibi bir apartmana girdi ben de peşinden tabii. Sonra birlikte merdivenleri çıktık. O kapıyı açıp içeri girdi ben merdivenlerde kalakaldım.

Karşı konulamaz bir istekle onunla aynı evde olmak istiyordum. Kendimi sadece Havva’ya mecbur Âdem kadar çaresiz hissediyordum ki, aklıma muazzam bir fikir geldi. Gözlüklerimi çıkartıp koşa koşa dışarı çıktım. Sonra elimde bir halatla evin önüne geldim. Planladığım şeyi yapmak için geceyi beklemem gerekiyordu. Bahçe duvarın üstünde eve bakarak oturmaya başladım. Gece ay ışığı çıkınca evinin balkonuna doğru halatı fırlattım, kancanın tam takıldığına emin olduğum gibi başladım tırmanmaya. Bizans kalesine tırmanan Battal Gazi’den hiçbir farkım yoktu. Eve girince ne yapacağıma dair hiçbir fikrim de. Sadece tırmanıyordum ve kendimi kahraman gibi hissediyordum.

Balkona varınca biraz zor olsa da ağırlık merkezimi içeri attım. Üstümü başımı temizleyip balkona biraz göz gezdirdim, balkonda üşüyen patateslere baktım. Ardından zorlanmadan balkon kapısını açtım. Cennetin arka kapısından içeri giriyormuş gibiydim; mutlu ama tedirgin. İçeri girince ayakkabılarımı çıkardım onun muhteşem kokusu kendimden geçirmişti bile beni. Sonra usulca yürüdüm. Mutfağa girdim bulaşıklar yeni yıkanmıştı. Bir bardak aldım kendime biraz su koydum. Sonra tek tek odalara bakmaya başladım. Tam onun olduğu odaya giriyormuşum ki uyandı hemen saklandım ardından odanın ışığı yandı. Kapı açıldı bir odaya doğru yürümeye başladı. Sifon sesi duydum. Işık kapandı. Tuvaletten çıkıp mutfağa girdi. Benim su içtiğim bardağa su doldurdu içti. Yani dolaylı da olsa öpüştük. Sonra televizyonun olduğu odaya gidip bir kanepeye uzandı televizyonu açtı. Bir on dakika bekledim sonra salona girdim. Üstünde kırmızı bir battaniye vardı. Televizyon açıktı ve uyuyordu. Biraz izledim onu, televizyon karardıkça onun suratı da kararıyordu. Onu izliyordum ve her şey bir rüya gibi gerçekliğini yitiriyordu.

O televizyon karşısında uyurken odasına gittim. Yatağı hala sıcaktı. Nevresim takımını elimle okşadım. Kitaplarına baktım biraz, sonra yatağına oturdum. Halatla tırmandığımdan mıdır yoksa duyguların verdiği yorgunluk mu bilemiyorum yatağının üstünde uyuyakalmışım. Ne kadar uyudum hatırlamıyorum. Aniden uyandım hafiften tırsmıştım ama hemencecik geçti. Hala televizyon çalışıyordu ve güneş henüz doğmamıştı.  Sonra kalkıp çekmeceleri karıştırmaya başladım. Yanlışlıkla iç çamaşırlarının olduğu çekmeceyi bile açtım ama hemen kapattım. Yalan olmasın öyle hemencecik kapatmadım. 75b. Sonra günlüğünü buldum. Epey okuduktan sonra mutfağa gidip kendime çay koydum. Bir elimde çay, bir elimde günlüğü ile onun yanına gittim. Mışıl mışıl uyuyordu. Şu halimle kendimi onunla yıllardır evli gibi hissediyordum. Masaya çayı ve günlüğü bırakıp bir koltuğa oturdum. Elinden televizyon kumandasını alıp kanalı değiştirdim. TRT’de Zeki Müren çok güzel bir şarkı söylüyordu. Onunla birlikte dinledik. Bir melek kadar güzel uyuyordu. Onu izlerken güneş de yavaş yavaş odaya giriyordu. Günlüğünü açıp tarih attım ve şunları yazdım.

Bir aslan bir aslana neden ulaşamasın ki?                                                                    

Aslanlar çok az.

Biz çok kalabalığız.

Rüya denen renkli şekerler yıllarımı aldı.

Sen uyuyorken.

Senin rüyalarına bakarak çay içiyorum.

İyi ol. Uyu . Ben gidene denk…

Sonra da balkondan geldiğim gibi indim. Kahvaltıda yerim diye balkondan iki de patates aldım ama inerken yere düştüler.

MANDALİNA

[Gözümü açtığımda sehpanın altında mandalina kabukları gördüm. Televizyon hala çalışıyordu uykumun bereketsizliği tüm vücuduma yayılmıştı. Başımı yastıktan kaldırdığımda masanın üzerinde bir de çay bardağı gördüm. Üstüne üstlük günlüğüm de bardağın yanındaydı. Doğruldum telaşla odama gittim. Her şey yerli yerindeydi. Sonra mutfağa girdim. Birisi çay koymuştu. Delirmek üzereydim. Tuvalete girdim. Klozet kapağının üstünde sarı idrar lekeleri vardı. – Bir Erkek! Diye bağırdım. Tekrar televizyon odasına girdim. Balkon kapısı açıktı. Balkona çıktım. Bir kanca ve ona bağlı bir halat gördüm. Şoka girmiştim. Evime kim girmişse günlüğüme de bir şeyler yazmıştı. Onları okurken gözüm yine mandalina kabuklarına takıldı. Kütüphanede uyuyan çocuğun önündeki mandalina kabukları geldi gözümün önüne. – Orospu çocuğu dedim hışımla ve hazırlanıp hemen evden çıktım.

Evden çıktığım gibi balkondan sarkan halata bir daha baktım. Sokakta duran iki patatesi çantama attım ve koşmaya başladım. Ben kütüphaneye geldiğimde aradığım çocuk da kütüphaneye giriyordu. Onu görünce bir an şüpheye düştüm; kendini bile zor taşıyan bu şapşal o halattan nasıl tırmanmıştı! Ben bunları düşünürken o cebinden bir mandalina çıkarıp soymaya başlamıştı bile.

Kütüphanenin önünde epey onu bekledim. Çıktığında da düştüm peşine. Ama planlamadığım bir şey oldu. Bir bisiklete bindi. Dünyanın en zor şeyi bir bisikletliyi takip etmekmiş. O kadar fazla koşmuştum ki peşinden, artık onu vicdan azabı çekmeden öldürebilirdim.

Eski bir apartmanın önünde durduğunda ben de o sokağa yeni gelmiştim. Apartmana girince ben de soluk soluğa peşinden içeri girdim. İterek kapısını açtı. İçeri girdi. Kendimden geçmiştim. Biraz soluklandım ardından ben de kapıyı iterek içeri girdim. İçeri girince ne yaptığımın farkına vardım ama çok geçti. Birkaç saniye sonra sesini duydum hemen bir duvarın arkasına saklandım. Mutfaktaydı galiba. Telefonla konuşuyordu. Telefonu kapattıktan sonra uzun bir süre sesi soluğu çıkmadı. Sonra aniden bağırmaya başla. Deli gibi bağırıyordu. İçeride başka biri var mı diye düşündüm. Ama yoktu o bağırıyordu. Sonra sesi kesildi. Yavaşça evde dolaşmaya başladım. Önünde açık bir bilgisayar vardı. Televizyon da açıktı ama ses gelmiyordu. Bilgisayarın ekranında yazanları okudum. Bu sırada o bir çocuk kadar masum uyuyordu. Yazdıklarından anladığım kesin iki şey vardı. Evime giren oydu ve beni seviyordu. Evde dolaşmaya başladım. Odasına girdim. Her yeri karıştırdım, kitaplığını düzelttim.

Gece olmuştu bütün gün çok yorulmuştum, yatağına uzandım, uyuyakalmışım.  Uyandığımda sabah olmuştu. Telaşlandım usulca uyuduğu odaya gittim. Başka bir kanepede üstünde mandalina kabukları ile uyuyordu. Televizyonun sesi açıktı ve Fatma Girik siyah beyaz bir filmde striptiz yapıyordu. Önüne geçip, ben de Fatma Girik ile birlikte soyunmaya başladım. O hala uyuyordu. Uyuyan bir erkeğin önünde soyunmak kadar huzur verici başka bir şey daha var mı bu dünyada bilmiyorum! Film bittiğinde mutfağa gittim kahvaltı hazırladım, balkondaki masaya güzel bir sofra kurdum. Bir de not yazdım.  Sonrada girdiğim kapıdan çıktım.

KETÇAP

O gün her zamanki gibi kütüphaneyi 08.30’da açtım. Mandalina yeyip masada uyuyan geri zekâlı çocuk yine sabahın köründe geldi. Masasına oturmadan evvel karşı masaya bir tabak içinde soyulmuş mandalina koydu. On dakika sonra da elinde patates kızartması dolu bir tabakla bir kız geldi. O da tabağı bizim geri zekâlının önündeki masaya koyup karşı masaya oturdu. Birbirlerine mal gibi bakmaya başladılar. Ayağa kalkıp patatesten birkaç tane aldım. – Kıza ketçap var mı diye sordum ama cevap vermedi hipnoz olmuş gibi birbirlerine bakıyorlardı. Sonra birden Esin Evgin’in “Bana Ellerini Ver” adlı şarkısı kütüphanenin duvarlarında yankılanmaya başladı. Ses nereden geliyor diye etrafıma bakmaya başladım. Sonra ne göreyim bizimkiler salonun ortasında deliler gibi öpüşmeye başlamış. Bir o masa, bir diğer masa sonra raflara derken kütüphaneyi mahvettiler. Akşama kadar toplayamadım ortalığı. İkisinin de Allah belasını versin. Başka da diyeceğim bir şey yok. ✪

Önceki

Thomas Bernhard anlatıyor: Devlet ve iktidarla yatıp kalkanlar

Sonraki

[İstanbul Modern Sinema] Biz de varız!