Kolaj uygulama: Eda Gündüz - Vildan Daşdöğen

Ali Ersen Erol açlık grevleri için yazdı: Muktedirlerin yok sayarak uyguladığı şiddet

Devletin şiddet içeren direnişe karşı isyanı hainliğe indiren söylemi malumdur. ancak açlık grevlerinde görülüğü üzere, karşısında böylesi üçüncü yolu gören devlet kitlenip kalmaktadır. Ali Ersen Erol, muktedirlerin, haklarını arayanların bedenlerini ölüme yatırmalarını yok sayarak uyguladığı şiddeti yazdı.
Kasım '12
Kolaj uygulama: Eda Gündüz – Vildan Daşdöğen

 

Türkiye ileri demokrasisi, kendi gücünü korumak ve geliştirmek adına gerçekten yeni bir aşamaya geçmiştir. Öyle ki, bugün gelinen durum, seslerini duyurabilmek için kendi hayatlarından vazgeçmeye hazır bir kitleyi yok saymaya dayanmıştır. Devletin insanları anlamaya çalışmasını beklemenin, içinde bulunduğumuz düzende gayet yersiz ve gerçek dışı bir beklenti olduğunu farkındayız. Fakat görüyoruz ki, ‘vatandaşlarının can güvenliğini sağlamak’ gibi bir görev dahi devlet tarafından yok sayılmakta ve bir kenara itilmektedir.

Kebap yemeye dair gelen suçlamalar, ve yaşananları ‘şov’ olarak tanımlayan itibarsızlaştırma çabaları dışında, muktedirlerin ana dilde savunma hakkına dikkat çekmek için başlatılan açlık grevlerina dair genel sessizliklerini nasıl yorumlayabiliriz? İnsanların idealleri uğruna çok yavaş, ve çok acı verici bir yola gözlerini kırpmadan yürümelerine şahit oladuralım, gücü elinde bulunduranların aynı kararlılıkla yaşananları küçümsemeye çalışmaları da bir o kadar hayati bir nokta değil midir?. Muktedirler, neden ve nasıl bu noktada açlık grevlerini “seçim” olarak tanımlamakta ve, kör-sağır-dilsiz konumunda durmaktadırlar?

Yaşadığımız bu süreçte anlamamız gereken en önemli nokta belki de şudur: insanınların kendi vucütlarını heba ederek çıktıkları bu azap dolu yolculuk bir seçim değildir. Üzerinde durmamız gereken başka bir nokta ise: insanların son raddede ve son çabaları ile hayatlarını bir ses getirmek uğrunda feda etmeyi göze almaları, devletin onları yok sayarak uyguladığı şiddetin bir devamıdır.

[sws_pullquote_right]İnsanların son raddede ve son çabaları ile hayatlarını bir ses getirmek uğrunda feda etmeyi göze almaları, devletin onları yok sayarak uyguladığı şiddetin bir devamıdır [/sws_pullquote_right] Muktedirlerin yaşananları bireysel bir seçeneğe bağlaması, aslında onların korkularından gelmektedir. Bireysel özgürlük her açıdan söylenmiş en büyük yalanlardan biri olduğu gibi, muktedirlerin işin içinden vicdanları temiz sıyrılmaya çalışmalarındaki en önemli kozlardanıdır. Çünkü işin aslı şudur: çekilen bütün acılardan muktedirler ve muktedirlerle özdeşleşenler kişisel olarak sorumludurlar. Vicdanlarındaki bu ağır yüke karşı kalplerini karartmalarının tek yolu, açlık grevlerini “onların seçeneği” olarak düşünmelerinden geçmektedir. Başka insanlara da insan olarak bakmanın getireceği vebal altında ezilmenin tehdidi ile baş etmek, “seçenek” ve “irade” gibi kavramları tüm toplumsal katmanlarından sıyırarak, bireysel bir seviyeye indirgemekten geçmektedir.

Özgürlüğü ‘bireysel seçim’ gibi algılayan bir dar görüşün, yaşananları “onlar onu yapmayı seçti” ekseninde yorumlaması her ne kadar doğal olsa da, yine de trajiktir. Özgürlük hiç bir zaman bireysel değildir, olamaz da. Özgürlük topluma bağlıdır, ve ilişkiseldir. Herkes, ilişkilerinin elverdiği derecede özgürdür. Burada ilişkiler, sadece kişisel ilişkileri içermez. Yasalarla, güçlüyle, güçsüzle, farklı sınıflarla olan ilişkilerimiz, özgürlüklerimizin sınırlarını belirler. Bu açıdan bakıldığında, kişisel özgürlük veya özgür irade sorusu tamamen alakasız ve önemsiz kalır. Çünkü ne yapmayı öğrenmediğimiz birşeyi yapabiliriz, ne de sahip olduğumuz ilişkilerin sunduğu imkanlar dışında davranabiliriz. İrade de benzer şekilde anlaşılmalıdır. Bir insanın iradesi, toplumun el verdiği derecededir. İrade, toplumsalın ve kültürelin vastıa olduğu hareket etme kapasitesidir. İnsanlar bu vasıtalı hareket alanı dahilinde irade gösterebilir, ve isteklerini gerçekleştirebilirler.

[highlight]Bugün, devletin kara listeye aldığı insanların ve azınlıkların hiç bir ilişkileri onları özgür kılmaya yetmemektedir. Yasalarla olan ilişkileri onları mahkum etmekte; güçlü sınıfla olan ilişkileri onları hem güçsüz, hem tehdit, ve de bu yüzden hedef konumuna sokmakta; sermaye ile olan ilişkileri onları alt sınıfa atmakta; kişisel ilişkileri ise onları sadece daha çok damgalamaya yaramaktadır. Benzer bir şekilde toplumun ve kültürün bu ve diğer azınlık kitlelerine nasıl dar bir irade alanı tanıdığı da gayet açıktır.[/highlight]

Tabii, bu noktada “e onlar da bu ilişkileri kurmasalardı, iyi vatandaş olsalardı, yasalarla ters düşmeselerdi…” gibi bir söyleme başvuracak olanların, özgürlüğü yine bireysel seçim olarak gördüklerini ve aynı hataya ikinci kere düştüklerini hatırlatmak gerekir. Böyle bir söyleme can-ı gönülden inanmak, aynı hatayı ikinci kere yapmanın yanı sıra, yasalara, kültüre, ve toplumsala dair ciddi bir saflık da gerektirir. Çünkü yasalar, toplumsal, ve kültürel düzen durup dururken gökten inmemiş, topraktan çıkmamış, veya kendi başına oluşmamıştır. Yasalar, toplumsal ve kültürel düzen, insanların, özellikle gücü elinde bulunduran insanların kendi konumlarını korumak amacı ile bilinçli bir şekilde koydukları kurallar, ve kısıtlamalar silsilesidir. Bazı insanların kendi konumlarını korumaları ise, diğer insanların, harcanabilir olarak görülenlerin, sürekli bastırılmasına, aşağılanmasına, istismar edilmesine bağlıdır.

Kurulu toplumsal düzen tarafından harcanabilir sınıfına doğanların, veya o insanların hakları için mücadele ederek devlet tarafından harcanabilir sınıfı ile ilişkilendirilenlerin üç seçeneği vardır. Ya uygulanan baskıya boyun eğerler, güç ile özdeşirler, ve gerçekten de “iyi vatandaş” olmaya çalışırlar. Ya baskıyı tamamen reddederler ve kaldırmaya çalışırlar, “kötü vatandaş” olurlar, güç ile karşıt-özdeşirler. Ya da baskıyı ne kabul ederler, de ne tamamen reddederler, güç ile özdeşmezler, ve dayatılan bir vatandaş sınıfına girmeye çalışmadan, kendi seçeneklerini, alternatiflerini yaratmaya çalışırlar.

[sws_pullquote_right]Açlık grevlerinin olabildiği kadar az ses ile karşılanması, muktedirlerden pek de yankı bulamaması, onların şiddet içermeyen bir direnişe dair ne yapacaklarını bilmedikleri içindir[/sws_pullquote_right] Her ne kadar isyan bayrağını çekmenin ruhu romantikleştirilmişse de, “kötü vatandaş” olmak, ve karşıt-özdeşleşmek, devletin uyguladığı yöntemi devam ettirmektir. Mesela silahlı mücadele ve şiddet bu yüzden kaybetmeye mahkumdur. Çünkü karşı gelmeye çalıştığı yapının aynası olmuş, sadece içeriğini değiştirse de, aynı huyları devam ettiren, aynı hataları yapan ikinci bir güç odağına dönüşmüştür. Üçüncü seçeneği seçenler, şiddeti bir kenara itenler, devletin ve düzenin oyununa gelmezler. Bu yüzden açlık grevleri isyandan, yani karşıt-özdeşleşmeden, inkara, yani özdeşleşmemeye, geçilmesini simgeler. Açlık grevlerinin olabildiği kadar az ses ile karşılanması, muktedirlerden pek de yankı bulamaması, onların şiddet içermeyen bir direnişe dair ne yapacaklarını bilmedikleri içindir. Çünkü şiddete karşı retorikleri hazırdır. İsyanın söylemle hainliğe çevrilmesinin üzerinde bin yıllardır çalışılmaktadır. Fakat inkara, hayatı kaybetmeyi göze alarak yanlışları hak aramaya gelince, düzen hazırlıksızdır. Repertuarı şiddetsiz direnişe karşı zengin değildir.

Açlık grevine, diğer taraftan, devletin uyguladığı yapısal şiddetin vücut üzerinde maddeleşmesi olarak bakabiliriz. Açlık grevleri, bu yüzden, dürüstlük üzerine bir nevi alıştırmadır. Açlık grevi uygulayanlar, devletin uyguladığı yapısal ve kültürel şiddeti açığa çıkarmaktadırlar. Çünkü, devlet azınlıklara uyguladığı fiziksel şiddeti ya sansürleyerek, ya da yasal temelde haklı çıkararak, kamu önünde yine kendi vicdanını rahatlatmaya çalışmaktadır. Aslında uyguladığı şiddetin soyut gözükmesinin arkasında saklanmakta, ve çoğunluğa kendini masum olarak göstermeye çabalamaktadır. Açık grevine çıkanlar ise, vücutları ile kültür ve toplumsal yapı arasındaki sınırları bulandırmaktadırlar. Böylelikle, devletin yapı ve kültür ile uyguladığı şiddetin vucütlarında ortaya çıkmasına yardımcı olmakta, ve aslında soyut gibi gözüken şiddetin insanları nasıl etkilediğinin fiziksel kanıtları olmaktadırlar. Açlık grevine çıkanlar, bu yüzden devleti dürüst olmaya zorlamakta ve yaptıkları şiddeti kendi sağlıkları pahasına insanlara göstermektedirler.

[sws_pullquote_right]Devletin tüm muhalefeti şiddet üzerinden tek tipe indirgemeye çalışarak susturmaya teşebbüs etme stratejisi—her ne kadar büyük bir oranda işe yaramaya devam etse de—açlık grevi ve eleştirel birikim gibi şiddetsiz direnişler sayesinde çözülmekte ve halkın gözündeki meşruiyetini de yitirmektedir [/sws_pullquote_right] Devletin muhaliflere karşı yaptığı en önemli hamle, onları tek tipe indirgemeye çalışmasıdır. Devlet bunu şiddet üzerinden yapmaya çalışmaktadır. Yani, devlete göre, kendisine karşı gelmeye çalışan herkes, ona karşı bir şiddet eylemi içerisine girişmektedir. Böylece hukuki temelde muhalefet ile nasıl baş edeceğini bilen devlet, mağdur konumunun getirdiği ahlaki üstünlüğü sonuna kadar kötüye kullanmakta, ve her defasında kendisini kendi kural ve kanunları ile haklı çıkararak muhalif tüm sesleri bastırma çabasına devam etmektedir. Uluslararası Gazeteciler Derneği’nin ve Avrupa Birliğinin Türkiye’deki özgürlükler üzerine İran ve Çin ile yaptığı karşılaştırmalar, ileri demokrasimizin ne kadar ilerlediği hakkında önemli bir göstergedir. Zira, devletin bu raporları çöpe atması, ve üzerine “biz kendimizi değerlendiririz” gibi açıklamalar yapması, aslında yukarıdaki kuruluşların ne kadar cömert davrandıklarının da kanıtıdır.

Devletin tüm muhalefeti şiddet üzerinden tek tipe indirgemeye çalışarak susturmaya teşebbüs etme stratejisi—her ne kadar büyük bir oranda işe yaramaya devam etse de—açlık grevi ve eleştirel birikim gibi şiddetsiz direnişler sayesinde çözülmekte ve halkın gözündeki meşruiyetini de yitirmektedir. Devlet düzeni, ve o düzeni destekleyenler, girdikleri çıkmaz sokağın belki de farkında değildirler. Şiddetsiz direniş, her zaman, sözün bittiği ve şiddetin başladığı çizgiyi daha da ileri götürür, ses getirir, ve devletin uyguladığı şiddetin tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmasını sağlar. Açlık grevi gibi bir şiddetsiz direniş karşısında, devlet her zaman uyguladığı ahlaki üstünlük oyununu oynayamaz. O yüzden, girilen bu süreçte, devlet—en azından kendine hala itibar gösterenlerin gözünde—saygınlığının kırıntısına dair sahip çıkmak istiyorsa açık olması gereken iletişim yollarınının önündeki engelleri kaldırmalıdır. ✪

Önceki

[Tim O’Brien] Taşıdığımız şeyler, hatırladığımız hikayeler

Sonraki

Günler geçiyor… Gel de yaşa…