Sabır

Çürümeye ve kokusuna bağımlı bir adamın hikayesi.
Ağustos '12

“I am a patient boy. I wait I wait I wait…”
–  Fugazi


[İ]lk ne zaman oldu gerçekten hatırlamıyorum. Sanırım yazlıkta bitmek bilmez uzun yaz günlerinde balık tuttuğumuz zamanlarda başlamıştı. Sabah erkenden kıyıya koşup diz boyunu geçmeyen mesafeye atılan oltaya takılan istavritleri, az suyu olan kovanın içinde biriktiriyorduk. Balık boldu, zamanımız daha boldu. Tüm gün, hiç kıpırdamasan da terleten güneşin altında iki parmak suyun altında bekleyen balıklar önce çırpınmaya son verir, sonra canlılığını kaybeder, sonra da bir karton gibi sertleşirdi. Pulları dikilmiş o balıklar, yem diye takılan midyelerle birlikte suyu ve ellerimizi kokuturdu. Keskin, yosun kokusunun bile bastıramadığı çürümenin kokusuna gelen sinekler o kadar saldırgan olurdu ki, onları tokatlasanız bile gitmezlerdi. Hızla balıkların üzerine üşüşüp yumurtalarını bırakırlardı. Bazen aynı suya birkaç yengeç attığımız da oluyordu. Takırtıları sona erdikten sonra, bu en azından bir gün sonra oluyordu, balkon kenarına gizlediğimiz kovalarda hareketsizleşmiş ve açık havaya rağmen balkonu kokutmuş yengeçlerin o kokusunun tadını almak için önce bacaklarından sonra da gözlerinden ısırıp dilimizi kabuklarının içine sokmaya başladığımız zamanlar da olabilir ilk dönemler. Şu an gerçekten pek hatırlamıyorum. Bazı önemli anlar var tabii. Balıkları üzerindeki sineklerle birlikte ağzımızda gören annemin dehşetle bizi yaz boyunca sokağa çıkarmamakla tehdit ettiğini filan hatırlıyorum tabii ki.

Deniz kıyısı aile tarafından yasaklanınca yönümüzü dereye doğru inen sazlıklara çevirmiştik. Her ne kadar balıkların yerini tutmasa da orada da gönlüme hitap eden güzelliklerle karşılabiliyordum zaman zaman. Kurban Bayramı’nın ağustos ayına denk geldiği o günlerden birinde, yine dereye doğru sazlıklar arasında yürürken uzaktan takırtıları duydum. Ritmik, hafif bir sürtünme sesiyle birlikte, tak tak takır takırt tak tak tak takır takırt. Dereye doğru ilerledikçe sesler yükseldi yükseldi. Çıtırtılar takırtılar, tırnağını, beton duvara hırsla sürtüp kırıyormuşsun gibi ısrarlı, ani taklamalar. Heyecanlanmıştım. Derenin rengi değilmiş otlarının ince sıcak rüzgara yüklediği kokudan, göreceğim muhteşem manzarayı tahmin eder gibiydim. O kadar heyecananmıştım ki nasıl dere kenarına ulaştığım hatırlamıyorum bile. Sazlıkları araladığımda karşıma çıkan görüntü gözlerime akan ter damlalarını bile unutturacak güzellikteydi. Kırk belki de elli kaplumbağa, birbirlerinin üzerine çıkıyor, upuzun, taşlaşmış tırnaklarıyla diğerlerinin kabuklarını, yüzlerini tırmalıyor ve insanların dere kenarına attığı, yarılmış hayvan bağırsaklarıyla işkembelerinden fırlamış yeşilimsi bulamacı büyük bir keyifle yiyorlardı. İşkembe derisinin kenarından çekiştirirken gözleri fır dönüyordu. Koku o kadar güzeldi ki. Hayvan bağırsaklarının kokusu, sazlığın, durgun suyun, işkembeden taşmış, sindirilmemiş otla karışık bokun kokusu kağlumbağaların ağız kokusuna karışıyordu. Isırdıkça takırtıları da artıyordu. Orada, güneşin altında derenin kenarında, o büyük orkestrada, bu konçertoya katılmaya karar verdim.

Eve nereden gelmişti, gerçekten bilmiyorum. Bir anda orada belirdi işte. Öncesinde kavunları örneğin, keyifle beklediğimi hatırlıyorum. Market torbasında önce ikiye ayırıp beklettiğim kavunlar, çekirdeklerinden başlayıp yeşile dönerdi. Kabukları küften yumuşadığında, bekleyen peynirle karıştırıp tüektiyordum. Tam arkalarında anneme yaptırdığım fasulye bekliyordu. Eti kararmıştı ancak yine de akşamları kapağını aralayıp kontrol ediyordum. Üzerini kaplayan pamuğumsu tabakayı parmağımla toparlayıp üzeri yağ ve yeşil noktayla örtülü suyuna dilimi değdiriyordum. Sonra yine özenle yerine koyuyordum. Annem yapmıştı bana onu ne de olsa. Yadigardı.

Oysa ne zaman çıkıp geldiğini şimdi hatırlamamam ilginç. Belki hep oradaydı. Belki hep orada olduğunu düşünmek zevk veriyor bana. Şimdi bile düşününce altımdaki ıslaklığı hissetmem şaşırtıcı gelmiyor. Öylesine sertleşiyorum ki düşündüğümde. İyi ki çıkıp geldi. Nerede karşılaşmıştık, nasıl bulmuştu beni. Bir şekilde yolu buzdolabina düştü bir şekilde. Benim küçük balığım diye sevdim onu. Yengecim benim, şirin tosbağam. Yaz güneşim dedim ona, midye kabuğum diye sevdim. Hep baktı. Gözlerine daldım gittim. Hep buzdolabında durmadı tabii ki. Bazen oturma odasına koltuğa aldım onu. Yanyana uzandık, perdeden sızan akşamüstü güneşinin gölgesinde çekinerek dokundum zaman zaman. Sesini çıkarmadı. Bu nazik tavra karşı bir centilmen gibi davranmalıydım muhakkak. Ensesini öptüm. Saçını ellerimle topladım. Buzdolabının kapağını geceleri aralık bıraktım ki, gece ışığını farketsin, yalnız hissetmesin. Yalnızlık kötü çünkü. Kimi geceler, buzdolabından alıp yatağıma yerleştirdim onu. Koluma yatırdım, iyice kokladım.

Şimdi bile düşününce altımdaki ıslaklığı hissetmem şaşırtıcı gelmiyor. Öylesine sertleşiyorum ki düşündüğümde. İyi ki çıkıp geldi.

Sığmaz olmuştu buzdolabına. Sanki her gün bir iki santim kilo alıyordu, genişliyordu. Koltuğun altına da sığmadı. Ardiye olarak kullandığım ikinci tuvalete şimdilik yerleşebiliyordu. Böyle olmaz ama dedim, bir gece dayanamayıp sokağa taşıyıp çöplüğe sıkıştırdım.

Gece panik halde uyandım. Ya başkaları gördüyse? Hızla pencereye koştum aşağı baktım. Karanlıkta diğer çöplerle pek seçilemiyordu, hemen aşağı inip baktım. Oh. Hâlâ oradaydı. Hemen tekrar eve çıkardım. Ya başkasına gitseydi? Ben affetmesi için dudağına bir öpücük kondurdum. Biraz daha kilo almış bile olsa o kadar güzeldi ki. Dudağının kenarı kararmış aşağı sarkmıştı. Ensesindeki morlukların çapı büyümüş, göz kapaklarının teki kasılmış öyle kalmıştı. Gözkapaklarını da öptüm usulca. Baktı öylece.

Ertesi gün kapıyı bir kez çalıp ardından gürültüyle kırıp içeri girdiklerinde ne olduğunu anlayamadım tam. Ne istediklerini de. Ben tam o sırada, Sevda’yı küvete yerleştirmeye çalışıyordum. Zorlanıyordum çünkü neresine dokunsam elimde kalıyordu. Usulca bileğinden itibaren kopan elini yanağına yaslasığım sırada girdiler banyoya. Komşular mıydı yüzelrini de tam seçemiyordum her birinde gaz maskeleri ve ellerinde sopalar vardı. Arkalarında çığıklar ve öğürtülerle tüm eve bir spreyden gaz sıkıyorları. Yatırdılar beni yere, boynumdan tuttular. Yerde, eve attıkları gazdan henüz etkilenmemiş, silinememiş küflü kavun kokusunu içime çektim çektim.

Şimdi biraz pişmanım tabii. Keşke buzdolabında değil de hep yanımda yatırsaydım. Keşke ona daha uzun uzun sarılıp sık sık öpseydim. Bana kırgın olmadığını umuyorum, gerçekten. Elimde olsa ona daha çok dokunurdum, hep içime çekerdim kokusunu. Hayatımızda pişmanlıklara yer yok bilmelisiniz. Yine de meraktan kuduruyorum. Kimbilir ne yaptılar ona? Nereye götürdüler? Burada olmadığına göre başka bir yerde. Ne balıklarım ne midyelerim ne kaplumbağalarım ne de kavunlarım burada.

Yine de toparlayacağım. Hatalarımı affettireceğim. Annemin getirdiği şeftalilerim var ne de olsa. Bir hafta olmuştur getireli. Ye oğlum dedi, hiç meyve yemiyorsun ipince kaldın iyice. Plastik torbaya da sarmış soyup dilimlemiş. Sever beni annem. Bir hafta bekleyince şeftaliler iyice yumuşadı. Bugün doktorlar odadan ayrıldığında yatağın dibinden çıkarıp kontrol ettim. Yumuşamışlar. Henüz üzerleri kaplanmamış ve kokusunu salmamış odaya ama biliyorum. Yakında kıvama gelecekler. Tam tadına ulaştıklarında keyfine bakacağım. Sabrediyorum. Bekliyorum. Ben oldukça sabırlı biriyim.

 

Ağustos 2012 ✪