Renkli Dünyanın Kara Koyunu – Wes Anderson

Recep Şener ve Akın Çetin, Wes Anderson hakkında konuştular. Trenler, çocuklar, Salinger ve renkler hakkında...
Eylül '13

wes3Akın Çetin – Fikir senden çıktı abi. Seninle başlayalım. Ne zaman, nasıl, nerede tanıştın Wen Anderson ile? İlk filmini izlemeden önce haberdar mıydın, yoksa izleyince mi öğrendin Wes Anderson diye birinin varlığını?

Recep Şener-Tarihi tam olarak hatırlamıyorum ama 2009 yılı olsa gerek.   Yasemin sayesinde tanışmıştım. Kendisi bana sürekli olarak kitap movie dvd’leri hediye ederdi. Bana hediye ettiği filmlerden biri de The Royal Tenenbaums’du. Filmi bir aksam üzeri izlemiştim ve daha ilk sahnesinde filme ısınmıştım. Filmi o kadar sevdim ki defalarca izledim. İyi bir yere dükkân açtığım kesindi. Margot’nun Nico şarkısı eşliğinde otobüsten indiği sahneyi ya da Richie’in tenis oynamayı bırakıp yere oturduğu sahneyi defalarca izledim. Filmi her izlediğimde de ilginç ayrıntılar fark etmeye başladım. Wes Anderson’a olan merakım da bu ayrıntıları keşfetmemle başladı. Daha önce Wes Anderson diye birinin varlığından haberim yoktu.  Sen nasıl tanıştın peki?

Akın Çetin– 2010’un Şubat’ı olması lazım, Bağımsız Filmler Festivali’nde Implausible Mr. Fox’u izlemiştim. Öncesinde haberdar olduğum bir yönetmendi Wes Anderson ama niyeyse izlemeyi geciktiriyordum hep. O festivalde izlediğim tüm filmlerin biletlerini Onur hediye etmişti bana. İkimiz de ilk Wes filmlerimizi arkadaş sayesinde izlemişiz, ne güzel.

Filmin başlarında Ash’in okula gitmemek için uydurduğu bahanelere ve annesinden gördüğü tepkilere hayvan gibi kahkaha atmış, benim gibi kahkaha atan başkası olmadığını fark edince de susmuştum hemen. Ash’in canından bezmiş hali ve neticede yönetmenin tarzı çok hoşuma gitmişti. Baştan sona keyifle izlemiştim filmi. Sol yanımda oturan ve gülerken çok güzel sesler çıkaran kadın da harlandırmıştı bu keyfi.

Ash’in Kristofferson’ın gölgesinde kalmaktan duyduğu rahatsızlık ve bundan kurtulmak için çırpınıp durması çok hoşuma gitmişti. Şu prime oyununun tarif edildiği sahne, ranzadan inip treni çalıştırdıkları
sahne ve başından sonuna kurtarma operasyonu en sevdiklerim içinde ilk aklıma gelenler.

Diğer senaristin Noah Baumbach olması bu filmi benim için biraz daha özel yapıyor diyebilirim. Çok sevdiğim bir sinemacı Noah Boumbach. İkisi yakın arkadaşlar ve sinemalarının bazı ortak noktaları var. Zaman zaman ikisini kıyaslayıp duruyorum kendimce.

The Royal Tenenbaums’u da Fox’tan sonra izledim. Richie’nin Margot’yla kocasını tribünlerde görünce maçtan kopup yere oturması benim de çok hoşuma gitmişti. Hatta o filmin ve tüm Wes Anderson sinemasının en sevdiğim bölümlerinden biri olabilir o sahne.

Sonra nasıl devam etti Wes Anderson filmleriyle ilişkin? Kimdir, necidir, neler yapmıştır diye araştırma ihtiyacı hissettin mi abi? Bir de sen nasıl buldun Implausible Mr. Fox’u?

wes1Recep Şener-Aslında her şey Margot’nun kürküyle başladı. The Royal Tenenbaums’u tekrar tekrar izledikçe Margot’nun üzerinden hiç çıkarmadığı kürkün onun karakterine ilişkin bir simge olabileceğini düşünmeye başladım. Eli,  “Vahşi Kedi” isimli kitabından bahsederken Margot’yu kastettiğini fark edince epey heyecanlanmıştım haliyle. Margot’nun dışında Chas ve Richie karakterlerinde de benzer detaylar var. Wes Anderson’ın, buna benzer detayları başka filmlerinde de kullanıp kullanmadığını merak edip Mr. Fox’u izledim. Mr. Fox filmindeki Ash karakteri de zaman zaman pelerinle görünür ve genelde kendini babasına kanıtlama ihtiyacı hissettiğinde giyer. Mr. Fox filimde karakterler bere takarlar ancak bu yüzlerini gizlemekten çok ekip olma göstergesidir mesela. İki movie arasındaki ortak noktaları görünce doğru yolda olduğumu anlayıp dümdüz devam ettim. Noah Baumbach’ın yaptığı işleri izlemedim henüz ama onu da seveceğimden kuşkum yok. Senin Wes Anderson’a ilgin nasıl devam etti peki? İlgini çeken şeyler neydi?

Akın Çetin: Implausible Mr. Fox’tan sonra The Royal Tenenbaums ve Rushmore’u izledim. Bu üçüne ara ara tekrar baktım. Moonrise Kingdom’ı görene kadar diğer filmlerini izlemedim. Moonrise’tan sonra The Darjeeling Restricted geldi. Ondan sonra da The Life Aquatic with Steve Zissou ve Bottle Rocket. Sıralamam böyle.
Yazdığını yöneten sinemacılara karşı özel bir ilgim vardır. Wes de aklımın bir köşesindeydi hep ama yanaşmam için biraz zaman geçmesi gerekti. Ölümünden sonra Salinger’la ilgili Sinema’ya bir yazı yazmıştı Sevin Okyay. Wes’e ve The Royal Tenenbaums’a da değiniyordu. Şimdi yazıya dair pek bir şey yok aklımda ama Glass Ailesi canlanmıştı gözümde ister istemez. Bu gözle bakınca sineması benim için biraz daha anlamlı gelmeye başlamıştı diyebilirim ama Moonrise Kingdom’u görene kadar diğer filmlerine yaklaşmamış olmamı umursamazlık olarak kabul edip beni ayıplayabiliriz sanırım.

sws_blockquote align=”left” alignment=”alignleft” cite=”R.Ş.” quotestyles=”style01″ dışlanmış, eksiklik duygusunu telafi edememiş bir çocuğun yaşadığı acıyla benzer sorunu yaşayan bir adamın yaşadığı acının farklı acılar olduğunu kim iddia edebilir? Bir çocuğun hissettiği yalnızlık duygusu kırk yaşında bir adamın hissettiği yalnız duygusundan daha mı değersizdir? [/sws_blockquote]

Wes Anderson’ın ve sinemasının benim için değerini iki kat arttıran şeyin aslında sen olduğunu söyleyebilirim abi. Ölüm yıldönümü sebebiyle “Sinemada Salinger” yazımı hazırlarken Wes’e de laf gelmişti ama sinemasına pek hâkim olmadığım için pek söz edemeyeceğimi söylemiştim. Sen de kıyafetlerle ilgili olan şu ayrıntılara dikkat çekmiştin. Sonra Barış Abi’nin gönderdiği linkteki haberden Tenenbaum’un nereden geldiğini öğrenmiştim. Dokuz Öykü’deki Teknede öyküsünde Boo Boo Glass’ın kocasının soyadının “Tannenbaum” olduğundan söz ediliyordu. Öyküyü defalarca okumuştum ama bu ayrıntıyı o zamana kadar fark edememiştim.
Salinger’ı çok sevip önemseyen birisi olduğum için Wes’in filmlerine de bu eksende bakmaya başladım. Filmlerinde hep bir “aile” vardır ya, bu aile Glass Ailesi’nin farklı evrenlerdeki şubeleridir sanki. Çocuklar zeki ve yeteneklidir. Karakterler sanatın en azından bir dalına meraklıdır. Rushmore’da Max oyunlar yazar (onun da yapmadığı şey yok ya, neyse), The Royal Tenenbaums’ta da Margot. Steve Zissou sualtı belgeselcisi, The Darjeeling Restricted’deki Jack yazar, Bayan Fox’un resime yatkınlığı vardır, Moonrise’taki Sam’in de öyle. Baktığımızda Salinger’ın eserlerinde karşılığını bulan şeyler hep bunlar. Holden’ın abisi yazardır. Dokuz Öykü’deki De Daumier-Smith’in Mavi Dönemi’ndeki karakter resim öğretmenliği yapar. Zooey oyuncudur. Glass Kardeşler’den Buddy de yazardır ayrıca. Sırf sanata olan yatkınlıklarıyla değil çokbilmiş halleriyle de Glass Kardeşler’i anımsatırlar.

salinger
“Wes Anderson’ın anlatısı da Salinger’a benzerdir. Salinger kalemi nasıl kullanmışsa Wes de kamerayı o şekilde kullanıyor sanki. “

Wes Anderson’ın anlatısı da Salinger’a benzerdir. Salinger kalemi nasıl kullanmışsa Wes de kamerayı o şekilde kullanıyor sanki. Şimdi bu çok iddialı bir laf gibi göründü gözüme. Sonradan okurken utanabilirim ama açıklamaya çalışayım en azından. Saf bir anlatıcı tarafları var ikisinin de. Salinger okurla yazılan şey arasına girmemek için yazarken varlığını minimuma indirgemeye çalışırmış. Wes de kamerasını bu mantıkla kullanıyor sanki. Kadrajları genelde sabit. Kamera genelde cepheden görüyor ve kayıp sağa sola pan ya da aşağı yukarı tilt yapmak dışında herhangi bir atraksiyona girişmiyor. Kamerayla daha başka ne yapılabilir ki diye de sorulabilir burada ama demek istediğim özetle şu: İkisi de klasik anlatıcı.

Değinmek istediğim bir de şöyle bir şey var: Bottle Rocket, Rushmore ve The Royal Tenenbaums’ta kısa rollerde görünen Brian Tenenbaum diye birisi var. Başka projelerde yer almamış. Belli ki Wes’in arkadaşı. Teknede’ki Tannenbaums’tan değil, belki de Brian Tenenbaum’dan esinlenilmiştir diye düşünmek hoşuma gidiyor. Not edilsin, imkân bulunduğunda Wes’e sorulsun istiyorum bu durum.

Kıyafetler konusunda dediğim gibi sen dikkatimi çektikten sonra dikkat etmeye başladım ben de abi. Filmleri arasında başka nasıl ortak noktalar var diye bakınca öksüz ya da yetim karakterler dikkatimi çekiyor. Bir de trenler. Ama her filminde görünmüyor trenler.

Recep Şener –Wes Anderson’un Salinger’dan esinlendiğini biliyordum fakat bunun üzerinde pek durmadım açıkçası. Bu da benim ayıbım olsun. Seninle konuştuktan sonra Salinger’ın metinlerini tekrar gözden geçirdim. Wes Anderson karakterleri de Salinger karakterleri gibi kendi alanlarında yetenekli dahi diyebileceğimiz çocuklar. Glass Ailesi’nin üyeleri gibi Wes Anderson karakterleri de sürekli sigara içerler, yanlarından ayırmadıkları özel eşyaları vardır; kitaplar, gözlükler… Örneğin, bütün Wes Anderson karakterlerinin yanından ayırmadığı bir müzik çaları vardır. Mr. Fox, The Darjeeling Restricted filmindeki Jack, Moonrise Kingdom’daki Suzy şimdi ilk aklıma gelenler. Rushmore’daki Max tipik bir Holden Caulfield karakteridir. The Royal Tenenbaums’taki Margot, Salinger’ın Franny’sini anımsatır hep. Otobüsten inip Richie ile buluştuğu sahne, Franny ile Lane Coutell’in buluştuğu sahneye o kadar benzer ki tek fark; Franny’nın buluşma yerine trenle, Margot’un ise otobüsle gelmesidir.

Wes Anderson’ın filmlerinin başında filme ilişkin kimi açıklamalar, bölümler olur. Filmde rol almayan bir anlatıcı ara sıra ortaya çıkıp movie hakkında birkaç kelime eder. Wes bize bir movie değil de bir roman okumak istiyor gibidir bu açıdan. Filmlerinde,   pek çok karakteri kitap okurken görmemizi ben biraz da bu duruma yorumluyorum.  Hatta daha ileri gidip Wes Anderson’ın, yazamadığı romanları sinemaya uyarlayan bir yönetmen olduğunu bile söyleyebilirim.  Bu açıdan bakınca Salinger ve Wes Anderson’ın anlatı tekniklerinin benzer olduğu söylenebilir elbette.

Boo Boo Glass’ın kocasının soyadının “Tannenbaum” olduğunu biliyordum fakat Brian Tenenbaum benim hiç dikkatimi çekmedi nedense.

Akın Çetin: Wes’in yazmadığı romanları sinemaya uyarladığını düşünmen çok hoşuma gitti abi. Filmleri bana iyi bir roman okumuşum duygusu verir çünkü. Ayrıca The Royal Tenenbaums kütüphaneden alınan bu isimli kitabın elden geçmesiyle başlar. Kütüphane görevlisi kendisine uzatılan kitaba ve kartına tarih kaşesi vurup geri verir. Kitaptan bölümler halinde devam eder movie daha sonra. Kameranın kitabın içine girmesi durumu Rushmore’da ve Steve Zissou’da yerini tiyatro perdesine bırakır. Salinger da Franny ve Zooey’nin başlarında anlatıcıya bu anlatacaklarını bir videoya kaydedip oradan durdura durdura bakarak anlattığını söyletir.

Wes ile Salinger arasındaki bağlantılardan devam etmem gerekirse; Wes’in öksüz ya da yetim karakterlerinin Salinger’ın sevdiği bir yakınını kaybetmiş karakterlerini çağrıştırdığını söyleyebilirim. Holden’ın kardeşi ölmüştür. Seymour Glass’ın sonu malum. Glass Kardeşler’den Walt da savaş esnasında ölmüştür. Çocuk karakterlerin en güzellerinden Esmé anne ve babasını kaybetmiştir. Rushmore’da Max’in annesi ölmüştür, Rosemary’nin kocası. The Royal Tenenbaums’ta Chas eşini kaybetmiştir, Margot evlatlıktır. Steve Zissou’da Ned’in annesi ölmüştür ve babasının kim olduğu belli değildir. Steve en yakın arkadaşını kaybetmiştir. Gazeteci Jane’nin karnındaki çocuk da babasız doğacaktır ayrıca. The Darjeeling Restricted’de kardeşler babalarını kaybetmiştir ve annelerini arıyorlardır. Implausible Mr. Fox’ta kuzen Kristofferson’ın babası ölüm döşeğindeydi sanırsam. Moonrise Kingdom’da Sam öksüz ve yetim.

Wes’in karakterlerini yersiz yurtsuzlaştırmasının bir yönü sanırım bu. Aidiyet problemleri buradan başlıyor sanki. Kendilerini kucağına bırakacakları bir yer arıyor gibiler. Sam kampı rahatlıkla bırakıp gidebiliyor. Kendisinden nefret edenlerle aynı çatı altında bulunmak ona göre değil. Tek istediği rahat edebileceği huzurlu bir yerde bulunmak. Ned’in her şeyi geride bırakıp tüm parasını harcayarak Steve ve ekibiyle birlikte denizlere açılmasının altında da benzer bir şey yatıyor bana kalırsa. Jane için de Steve benzer bir işlev görüyor.

[sws_blockquote align=”left” alignment=”alignleft” cite=”A.Ç.” quotestyles=”style01″] Filmleri arasında başka nasıl ortak noktalar var diye bakınca öksüz ya da yetim karakterler dikkatimi çekiyor. Bir de trenler. Ama her filminde görünmüyor trenler. [/sws_blockquote]

Recep Şener– Wes Anderson da tıpkı filmlerindeki gibi dağılmış bir ailenin üyesi. Kendisi sekiz yaşındayken anne ve babası boşanmış. Moonrise Kingdom’da Suzy’nin yanında ayırmadığı “The way to Deal With a Very Troubled Little one” isimli benzer bir kitap ailesinde de varmış. Dahası, Wes, Rushmore’un çekildiği okuldan mezun olmuş ve tıpkı Max Fischer gibi Wes Anderson da o okulun tiyatrosunda oyunlar sergilemiş.  Haliyle Wes Anderson’ın Salinger’a duyduğu yakınlık daha anlaşılır hal alıyor. Belli ki Salinger’da kendini bulabilmiş bir adam Wes Anderson. Ona bu kadar sarılmasının nedeni biraz da kişisel nedenler dersek yanılmış olmayız sanırım. Glass Ailesi’nin üyeleri toplumdaki ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği sezmiş ve bundan varoluşsal bir tiksinti duyarak evi ya da okulu terk ederek ya da Franny gibi kendisini zen hikâyelerine vererek içine düştükleri bunalımı aşmaya çalışırmışlar.

Wes Anderson’ın da kimi karakterleri yaşadıkları ortamları, aileleri, kurumları terk ederler ancak içine düştükleri dışlanma, sevgisizlik gibi nedenlerin yol açtığı yalnızlık duygusunun üstesinden yeniden bir aile olmaya çalışarak gelirler genelde. The Royal Tenenbaums yeniden bir araya gelen bir ailenin öyküsüdür.  Moonrise Kingdom’da Sam izci kampını, Suzy ise ailesini terk edip kendilerince evlenip bir aile kurarlar. The Darjeeling Restricted birbirlerine küs olan kardeşlerin annelerini bulmak için bir araya gelişini anlatır. The Life Aquatic with Steve Zissou filmi de bundan farksız değildir. Wes Anderson karakterleri, muz balıkları gibi girdikleri mağaralarda dehalarını, kendi istek ve arzularını tüketmişlerdir ve Seymour Glass gibi intihar etmek yerine tekrar bir araya gelerek mağaradan çıkmayı denerler hep.

Akın Çetin-Çocuklar da büyümüş de küçülmüş gibidirler. Daha zeki, daha yaratıcı, daha aklıbaşında karakterlerdir ama büyükler için aynı şey söz konusu değildir. Büyüdükçe çocukluğa has bir şeyler silinir, kaybolur ve yerini daha ruhsuz bir şeye bırakır. Bottle Rocket’ta Grace abisi Anthony’ye gayet akıllıca laflar eder ve bu haliyle ister istemez akıllara Phoebe’yi getirir. (İşin aslı bütün kız çocukları benim aklıma Phoebe’yi getirir.) Rushmore’da bu boşluğu Dirk doldurur. Mr. Fox’ta Kristofferson, Moonrise Kingdom’da Sam ile Suzy. Steve Zissou ile Darjeeling’i pas geçiyorum, The Royal Tenenbaums’taki çocukların ise böyle bir yerleri olup olmadığını hatırlamıyorum.

Recep Şener– Yetişkinler çocukların sorunlarına genelde gayri ciddi yaklaşırlar. Sanırlar ki çocukların sahip oldukları sorunlar kendileri gibi çocukça şeylerdir. Oysa dışlanmış, eksiklik duygusunu telafi edememiş bir çocuğun yaşadığı acıyla benzer sorunu yaşayan bir adamın yaşadığı acının farklı acılar olduğunu kim iddia edebilir? Bir çocuğun hissettiği yalnızlık duygusu kırk yaşında bir adamın hissettiği yalnız duygusundan daha mı değersizdir? Dışlanmış, hayal kırıklığına uğramış, eksik yanlarını telafi etme ihtiyacı içinde olan çocuklardır Wes’inkiler. Her biri erken olgunlaşmış bir meyve gibidir ve artık kendilerini taşımadıklarını düşündükleri dallardan kendilerini bırakmak için uygun bir zemin ararlar sanki.  Rushmore’un Max’i Rosemary Cross’ın kollarına bırakmak ister kendini. Bottle Rocket filminin çocuk kalmış karakteri Dignan, bir çeteye üye olarak yalnızlık duygusundan kurtulup asılı kaldığı daldan düşmek ister. Moonrise Kingdom’daki Sam ve Suzy bir işi birlikte yapmak için mücadele verirler. Örnekler daha da çoğaltılabilir elbette ama lafı uzatmak yerine şunu söylemeyi isterim; Wes Anderson’ın filmlerindeki çocuklara bakınca büyümenin o kadar da afili bir yanı yokmuş be abi diye düşünüyor insan.

Akın Çetin -Fatih Özgüven’den öğrendiğimiz kadarıyla “lifeless pan” denilen tarzından söz etmek istiyorum. Bizim buralarda çok sık karşılaştığımız bir şey değil. Kahkaha attırmayı amaçlamasa da bazen sebep olduğu şey bu oluyor. Implausible Mr. Fox’un başlarındaki sahneden söz etmiştim. Ash okula gitmemek için bahaneler üretiyor, annesi de onu tersliyordu. İlk aklıma gelen örnek bu, onlarcası da mevcut elbet sinemasında. (Adının lifeless pan olduğunu bilmediğim şeyin en güzel örneklerinden birine Eagle vs Shark’ta rastlamış ve epey eğlenmiştim.) Seviyorum Wes’in bu tarzını.

Recep Şener- ‘En ufak duygu belirtmeden ya da kılını kıpırdatmadan matrak bir şey söylemeye ya da yapmaya’ dayalı mizah olarak tanımlıyordu Fatih Özgüven. Wes Anderson, yalnızca matrak olanı değil trajik olanı da aynı tonda kullanıyor. The Royal Tenenbaums’da Royal’ın Margot’yu başkalarıyla tanıştırırken onun evlatlık olduğunu söylediği sahneyi örnek olarak gösterilebilir sanırım.

Tuhaf bir ironisi var Wes’in; Bottle Rocket filminde Dignan soygun sırasında Anthony’e dönüp “Beni yakalayamazlar, çünkü masumum,” dedikten sonra yakalanıp hapse girer mesela. Moonrise Kingdom’da Sam, bir kayanın üstüne çıkar ve “Bir daha asla savaşmayacağım, sonsuza dek,” der demez yıldırım çarpar, The Royal Tenenbaums’da Richie yarın intihar edeceğini söyledikten hemen sonra tutkuyla jilete sarılıp bileklerini keser. Sonra, The Royal Tenenbaums filminde Royal, oğlu Chas’i aynı takımda olmalarına rağmen elinden vurur ve onu neden vurduğunu asla söylemez.

Akın Çetin– Müzik kullanımı hakkında ne dersin abi? İnce elenip sık döşenmiş filmler Wes’in filmleri. Hesaplı kitaplı senaryoları, özenle hazırlanmış kadrajları var. Haliyle müzikler de önemli bir yer tutuyor filmlerinde. Baktığımızda a’dan z’ye neredeyse kusursuz işler yapıyor. Bir arkadaşım bu mükemmelliyetçiliğinin samimiyetini sorgulanır hale getirdiğini söylemişti. Katılır mısın bu düşünceye, baktığında seni rahatsız eden bir şeyler var mı? Şahsen beni rahatsız eden bir şeyler yok burada. Wes Anderson filmleri movie yapmayı basit bir şeymiş gibi gösteriyor bana. (Aslında iyi olan çoğu filmin hissettirdiği bir şeydir bu bana.) Kadrajları hayli özenli ama kameranın tek yaptığı sağa-sola dönmek, aşağı yukarı bakmak ya da ileri-geri kaymak. Böyle deyince de insanın “Daha başka ne yapabilir ki?” diyesi geliyor ama demek istediğim derdini anlatmak için bunların yeterli olması. Senaryonun önemi işte. Müzikten açıp nereye getirdim lafı. Kulağına en hoş gelen şarkılar hangi filmindeydi abi Wes’in?

Recep Şener– Mükemmeliyetçilik duygusu hemen hemen her sanatçıda karşımıza çıkar. Bunu bir samimiyet ölçüsü olarak ele almak ne derece doğru pek kestiremiyorum açıkçası. Kendine has bir dil oluşturabilmiş bir yönetmen Wes Anderson. Benim için önemli olan şey biraz da bu özelliği. Henüz beni rahatsız eden bir şeyle karşılaşmadım. Beni için yeterince samimi bir adam. Tam kafa dengim diyebileceğim biri.

İşine özen gösteren biri olduğu aşikar. Aynı özeni müzik seçimlerinde de gösteriyor kuşkusuz. Daha önemlisi; müzik anlattığı hikâyelerin temel unsurlarından biri gibidir hep. Seçtiği müzikleri senaryoya ilişkin kullanır. Moonrise Kingdom filmi bunun iyi örneklerinden biri kanımca.

Müzik konusunda The Royal Tenenbaums yeterince doyurucu bir movie.

1) Nico- These Days

2) Bob Dylan- Wigwam

3) Velvet Underground- Sunday Morning,

4) Elliott Smith – Needle In The Hay

Peki seni rahatsız eden ya da eleştirdiğin bir yönü var mı Wes Anderson sinemasının? Bir de Wes Anderson filmlerinde yer alan en sevdiğin beş şarkıyı sormak istiyorum?

Akın Çetin-Beni de rahatsız eden şeyler olmadı. Aksine, az önce söylediğim şeyler sebebiyle içimde movie yapma isteği uyandırıyor Wes Anderson filmleri. Kamerayı kullanışı hoşuma gidiyor. Ayrıca kadraj ve renk seçimi sebebiyle zaman zaman küçükken izlediğim Looney Tunes evreninden çizgi filmleri anımsatıyor bana. Karakterlerin Acme’den sipariş verdiklerini görsem garipsemem yani. Böyle çocukluğa dair hoş şeyler anımsattığı güzel bir yanı var o filmlerin benim için.

Rob Gordon’a gıcık olsam da bir şeyleri listelemeyi severim. Biraz kurcaladıktan sonra ortaya şöyle bir şey çıkıyor;

1) Rue St. Vincent, Yves Montand (Rushmore)

Max’in yaralanmış numarası yapıp Rosemary’nin evine girdiği sahnede çalıyordu. Max bu şarkıyı evden çıkmadan önce kaydedip Rosemary’nin yatağına uzandığında kasedi müzik çalara takıyordu. Max’in Rosemary’ye son yamuk yapışı bu sahnedeydi. Ölen kocasıyla ilgili bazı patavatsızlıkları oluyordu. Evden ayrılırken pişmanlığını belli ediyordu ama. Sonra da herhangi bir saygısızlığı olmuyordu Rosemary’ye karşı.

2) Lullabye, Emitt Rhodes (The Royal Tenenbaums)

3) Love, Nancy Adams (Implausible Mr. Fox)

4) This Time Tomorrow, The Kinks (The Darjeeling Restricted)

5) Insurgent Insurgent, Seu Jorge (The Life Aquatic with Steve Zissou. Seu Jorge’nin David Bowie şarkılarını çok güzel yorumladığını düşünüyorum.)

En sevdiğim sahneleri listeleyeyim şimdi de, bonus olsun.

1) Richie’nin Margot’yla kocasını seyirciler arasında görünce oyunu bırakması.

2) Steve’in çocukken gönderdiği mektubu “Hala bende” diyerek Ned’e göstermesi.

3) Max’in yaralanmış numarası yapıp Rosemary’nin evine gitmesi.

4) Ash’in Kristofferson’a bağırıp çağırması, ağladığını görünce de ranzadan inip oyuncak treni çalıştırması ve birlikte seyretmeleri.

5) Sam ile Suzy’nin atlamadan önce öpüşürken elektriklenmeleri ve Sam’in Suzy’e evlenmeyi kabul ettiği için teşekkür etmesi.

Recep Şener– İki tane ortak sahnemiz var.

1 ) Richie’nin Margot ve kocasını seyirciler arasında görünce oyunu bırakması

2) Max’in yaralanmış numarası yapıp Rosemary’nin evine gitmesi. Bu sahnede

3) Margot’un otobüsten indiği sahne.

4) Moonrise Kingdom’da laura’nın kocası Watt’tan özür dileği sahne

5) Rushmore filminde Herman’ın konuşma yaptığı sahne. İlk aklıma gelenler…

Ben de en sevdiğim üç karakteri yazdıktan sonra senin en sevdiğin karakterleri sorayım.

Kürkü, sigarası ve melankolik ruh haliyle Margot karakteri. Yine The Royal Tenenbaums filminde Eli Money karakteri. Filmin boyunca Tenenbaums ailesine dahil olmaya çabalar ama bunu başaramaz. Dış kapının mandalı gibi kalır hep. Lirik bir hayal kırıklığı… Rushmore’daki Herman’ı anmak isterim ayrıca.

Akın Çetin-En çok Max Fisher’ı seviyorum ben. Bazı yönleriyle çok yakın, bazılarıyla da çok uzak bana ama tüm Wes Anderson filmleri içinde en çok onu benimsedim sanırım. Girişkenliğiyle, üretkenliğiyle, istediği şeyi elde etmek konusundaki inatçılığıyla, riyakârlığıyla, yalancılığıyla, ukalalığıyla, yararcı tavırlarıyla sevdim ben o çocuğu. Bir de şöyle bir şey var: Jason Schwartzman Donnie Darko için düşünülen ilk kişiymiş. Program uyuşmazlığı sebebiyle teklifi reddetmek zorunda kalmış. Her neyse, Donnie Darko için düşünülmesinde buradaki rolünün etkin olduğunu düşünüyorum.

İki numarada Implausible Mr. Fox’tan Ash var. Dışlanmışlığıyla, bezginliğiyle, kendisini ailesine ve çevresine ispat etmek için girdiği komik ve takdir edilesi haller sebebiyle.

Üç numaramda Sam var. Uyumsuzluğuyla, bastırma gereği duymadığı kaçıp gitme arzusuyla, sevdiğiyle birlikte huzurlu vakit geçirme isteği sebebiyle. Gözünü karartmaktan da çekinmiyor yeri geldiğinde.

Recep Şener– Wes Anderson filmlerinde hayvanların özel bir yeri vardır. Bu konudan da bahsetmek iyi olurdu. Ayrıca, Invoice Murray ve Owen Wilson gibi iki güzel adamın adını anmak isterim. Sohbet sırasına bol bol spoiler verdik,  umarım fazla küfür yemeyiz.

Akın Çetin – Invoice Murray çok sevdiğim bir aktör. Groundhog Day’deki oyununu çok severim. Movie de şahanedir zaten. Owen Wilson’a pek kanım ısınmasa da baktığımız zaman Wes’e yoldaşlık ettiğini görüyoruz. Okuldan tanışıyorlarmış sanırım ikisi.

Hayvanların, trenlerin ve ağaçların üzerinde duramadık pek. Spoiler konusunda acımasız davrandık. Yazının başına bir uyarı ibaresi koymalıyız belki de “Filmleri izlemeden okumayınız” diye. Filmleri izleyenler ve izleyecek olanlar içinse faydalı bir şeyler ortaya koymuşuzdur umarım.

  ✪

Önceki

Pan-Anarşist Manifesto

Sonraki

Paul Verlaine’in cenazesinde çalınan şemsiyeler