Liz Jensen: Hayalgücünün sınırları sonsuzluğa el attı

Liz Jensen: Hayalgücünün sınırları sonsuzluğa el attı
Haziran '09

En iyi kitapları:

Egg Dancing (Yumurta Dansı): Hazel Sugden kocası tarafından bilimsel araştırmalarında denek olarak kullanıldığını keşfeder. Sekiz yıllık evliliği sonucunda ona kalan kusursuz bebek projesinin ürünü olan hatalı bir çocuk ve egosu yüzünden karısını bile kandırabilen jinekolog bir eştir.

The Ninth Life of Louis Drax (Louis Drax’ın Dokuzuncu Canı): Sorunlu, sakar, kaza bağımlısı Louis, dokuzuncu yaşgününde kayalıktan aşağı düşerek komaya girer. Onu komadan çıkarabilecek tek kişi olan Dr.Dannachet ise Louis’in karanlık dünyası ve tıbbın sınırları arasında sıkışıp kalmıştır.

The Paper Eater (Tufandan Sonra): İngiltere’de doğurganlık krizi patlak verir. Yeni çağda çocukların yerini dolduracak olan maymunlardır ve Bobby Sullican isimli veteriner müşterilerinden birinin kızını yanlışlıkla öldürmüştür.

Liz,

Her taraf mayın dolu. Tam beş dakika yedi saniyede bir patlama duyuluyor. Artık şiddetine ve yankılanma sesine bakarak ne kadar uzağımda olduğunu tahmin edebiliyorum. Buraya ilk geldiğim zamanlarda duyduğum heyecan yerini ölüm korkusuna bıraktı. Her gün zamanın azaldığını hissediyorum ama kalmaya karar verdim. Dönecek bir ailem olmadığından ya da hayattan vazgeçtiğimden değil. Başkalarının umutsuzluğu beni buna zorluyor. Yazamıyorum bile. Eskiden hislemi anlatmak için bir kadeh şarap ve Tom Waits yeterli olurdu. Burada müzik sadece ezan başladığında kulağımızı büyülüyor. Gördüklerimi sadece deklanşöre basarak gerçek yapabiliyorum. Biliyorum buradan binlerce kilometre uzakta, güneşten kavrulan bir kumsalda uyuma hakkım var. Şimdilik kullanmıyorum. Kalmamın ve çektiğim fotoğraflarla ölümsüzleştirmek istediğim zamanın, bomba seslerini ve kurşunları yok etmeyeceğimi bilsem de… Birkaç gün. Yalnızca olan bitenin gerçek olduğuna inanmam için birkaç gün daha. Liz sana söylemek istediğim, duymanı dilediğim yüzlerce kelime var ama hepis kuşunlarla birlikte teker teker ölüyor. Söylediğimiz barış şarkıları tükendi. Yaşamak bile nefes alıp vermekten öteye geçemiyor. Yeniden görüştüğümüzde savaştan gelen bie gazi gibi kabullen beni. Ve lütfen ne kadar zayıflamış ya da bakışlarımının ne denli kararmış olduğunu söyleme. Yarın benim için Rain Dogs çal evinde.

Peter.

Peter öldü. Bu mektup elime ulaştıktan sekiz ay sonra. O günden beri altı yıl geçti. Benim için kahkahalar, endişe ve umutla dolu uzun zaman. Dönmüş olsa gözlerindeki ışığı bulamadığımda ne derdim ona hiç bilemedim. Ondan aldığım son mektup masamın karşındaki panoya çivilenmiş duruyor. Sanırım bir gün amnesiac olsam bile bunu hatırlamak istediğimden. Dünyanın intihar etme serüveninin bir kanıtı olarak.

Peter’ın ölümünden sonraki dört gün ağlayamadan, konuşamadan, beraber resimlerimize bakamadan geçti. Doktorlar buna şok etkisi ya da travma gibi isimler takmayı tercih edecektir. Cenazesinde, fotoğraf makinesi tabutunun üzerine konulduğunda hıçkırıklar içinde bütün kinim saçıldı etrafa. En tuhafı suçlulun hepimiz olduğunu bilmek.

Bugün BBC’de intihar komandolarının hayatlarını izledim. Aslında her gün sekizde başlayan dizimi beklerken haberlere göz atmak için kanallarda dolaşıyordum. Görüntüye takıldım. Savaşa, on iki yaşında tüfeklerle dağlara yollanan çocuklara, gülümsemek yerine her günü ölerek geçiren geçiren kadınlara ve uzaklardaki mavi gökyüzünün hayalini bile kuramayacak kadar umutsuz olan adamlara baktığımda da aklıma Peter geldi. Böyle olmamalıydı. Hayat, Harlequin romanlarındaki dramları bile kaldırmak için çok kısa.

Gazetecilik yapmaya ilk başladığım yıllarda Ortadoğu’da görevliydim. Önce iyi para verdikleri için ufak bir maceraya atılmak hoşuma gitti ardından bağımlı oldum. İran, Irak, Birleşık Arap Emirlikleri, Kuveyt… Pek çok ülke gezdim. Henüz savaş yeterince yayılmamışken ortalarda dolanan meraklı İngiliz rolünü oynadım. Bana çok hikaye anlattılar. Sanırım gülümsemem ilgilerini çekiyordu. Canon marka makinem ve küçük defterimle evlere, yaşamlara, kavgalara girip çıktım. Gözlemlerimin onları kurtarabileceğine inandılar. En çok kadınlar anlattı.

Freelance çalışıyordum. Kendi saatlerimce, bazen bir taksi mesafesinde gittiğim evlerde, diğer zamanlardaysa motorun arkasında geçen uzun yolculuklar sonrasında karşıma çıkan hanlarda. Herkesin hikayesini benim bakış açımdan uzakta olanlara anlattım. Çoğunlukla mendillerle çıktığınız filmlerden bile daha vahim durum.

Freelance işlerin büyük avantajı, size yaptıklarınız başına iyi para vermelerinin yanı sıra, tanık olduğunuz olayları gazetelerine basmak için kapışan pek çok patron. Bir sırt çantası ve doğru kelimelerle birlikte görmeyeceğim olay yok. İnsan çok tuhaf bir yaratık. Bilmiyorsanız diye tekrarlamak istedim. İstedikten sonra yapamayacağımız iş, dahil olamayacağımız macera, çıkamayacağımız yol yok. Ve bunu bilmek, terör altında ezilen bir şehirde işimi kolaylaştırdı. Ben sadece bir geziciydim. Kalanların acılarını hafifletmeye çalışan. İki yıl sonrasında ise evime döndüm. Seçimlerim bana bu hakkı tanımış olduğundan.

BBC’de önce gazeteci ardından televizyon ve radyo prodüktörü olarak çalıştım. Sahnenin arkasına geçtiğinizde kameralar, bütçeler ve zamanlamalarla doldurulmuş günler inanılmaz bir zevk veriyor. Hiç tanımadığım bir şehri gezmek ya da iki gün önce hayatıma giren adamın sabahları gülümseyerek uyandığını öğrenmek gibi. Çalışma saatleri ne kadar uzarsa, tutkum aynı oranda arttı. Zamanla sabah kahvaltılarını, akşam yemeklerini ve gece atıştırmalarını da masama taşır oldum. Hayatıma uzun zamanlı giren hiçbir adam olmadı. Sevgili işim hepsini etrafımdan uzaklaştırdı.

Biraz maymun iştahlı olduğum söylenir. Küçükken de tabağımda dört ayrı renkte yemek olmasını istermişim. Etin tadı kaçtığında makarnalarla zeklenir, bezelyeleri saymaktan sıkılınca da havuçlara sulanırmışım. Bu huyum büyüdükçe azalmadı. On üç yaşımda en sevdiğim şeyler basketbol, yüzme, gitar çalmak ve resim, yirmi üç yaşımda akşam yemeği randevusu için ajandamda yazanlar Tim, Blake ve Chris oldu. Otuzlu yaşların sonlardında da program akışını yazarken Fransa’ya taşınıp heykel yapmaya karar vermeme kimse şaşırmadı. İşler de aşklar gibi bir gün terkedilmeye aday.

Hırslı, tutkulu ve kararlı bir kadınım. Bu yüzden birşeye başladığımda hayatımın büyük çoğunluğunu o kaplar. Heykel yapmadığım zamanlarda müzede dolaşıyor, bu işin tarihi hakkında kitaplara göz atıyor ya da malzeme satın alıyor olurdum. Sonra yemekleri ve çalan telefonları unutarak beynimde şekillenen görüntüleri alçıya geçirme safhası gelirdi. Sancılı dönem adını verdiğim asla mükemmele ulaşamayan bir arayış. Çünkü aslında yapmak istediğim ruhumun içinde dolanıp duran canavarların bir kopyasıyken, elimden gelen Elm Sokağı kabuslarındaki birkaç karakter. Bu yüzden uzun sürmedi. Yedi figür ve heykel aşkına feda edilmiş bir oda sonrasında heykellerden vazgeçtim. Belki yeteneğim olmadığını görmek canımı sıkmış olabilir.

Sanırım bir iki ay kadar meşgalesiz kaldım. Kahvelerde gezinip kibrit toplamamı ya da önüme açtığım deftere notlar almamı samayacaksanız. Bir sürü gazete, deterjan bileşimi, kahve kutusu yazısı okuduktan sonra aklıma gelen kelimeler bana ilham vermiş olmalı. Herşeyi kişileştirmeye başladım. Bir gün balkonumun kenarında duran martıya isim taktığımda aslında uzun zamandır yapmakta olduklarımın sayfalarda birleşebileceğine tanık olmak istediğime karar verdim. İlk kitabım Egg Dancing (Yumurtanın Dansı) böyle oluştu.

Tek olur diye düşünmedim diyemem. Yazarlık da her zamanki gibi gelip geçici bir heves olarak haneme yazılır ve ben yenisini keşfedene kadar debelenip, hatıralar bölümüne iade edilir sandım. Uzun süreli bir ilişki yaşayabileceğimiz hiç aklımdan geçmedi. Ama başkalarının fikirleri ve benim söylediklerim üzerine yapılan polemikler çoğaldıkça içimdeki kelebek kıpırdanıp durdu. 1998’de ikinci kitabım Arc Baby, 2000 yılındaysa the Paper Eater doğdu. Yazarlık başka bir iş aramama gerek bırakmadı.

Hayalle gerçek arasında gidip gelen hikayeler yazdığımı söylüyorlar. Kendi girdiği komada karanlık bir gerçeklik kuran çocuk, kocası tarafından deneylere alet edilen kadın, sıradışı bir ülke üzerine yazdığım için. Hiçbiri aklınızdan geçen kişinin karşınıza çıkmasından ya da tam umudunuzu kaybettiğiniz anda sizi tüm varlığınızla sevecek bir adam gelmesinden daha garip değil. Sıradışı, inanılmaz, mucizevi diyebilirsiniz. İmkansız aralarına karışmadığı sürece benim keyfim yerinde. Hep tekrarlıyorum. Bilimkurgu aklımızın sınırlarından saha fazlasını gösteremez. Bir kere hücrelerimizde canlanan görüntünün gerçek olmaması için hiçbir neden yok.

Mobil bir hayatım var. Sanırım yazmayı en çok bu yüzden seviyorum. Sushimi yerken ya da yatağımda akşam haberlerini izlerken birkaç cümle göründüğünde ekranda, o günü verimli kapatmış oluyorum. Her sabah 9’da kalkıp masamın başına otursam da, bazı günler sokakta yürüken bulduğum cümleler sekizinci bölümü ortaya çıkarabiliyor. Bu yüzden yanımdan geçen herkesin hareketlerini izlerim. Yüz yirmi sekizinci sayfaya geldiğimde kahramanım olmaları muhtemel.

Eski alışkanlıklarımdan da pek kurtulduğum söylenemez. Yazmıyorsam beni büyük kitapçılardan birinde dördüncü saatimi doldururken ya da kırtasiyede üçyüz Euro’luk bir faturayı ödemeye çalışırken görebilirsiniz. Kelimelere ve suç ortaklarına bayılıyorum.

*Bu yazı aynı zamanda K dergisinde yayımlanmıştır. ✪