[Colin Ward] Okullar Olmadan – 1973

  “Anarşizm, William Godwin’in An Account of the Seminary That Will Be Opened on Monday the Fourth Day of August at Epsom in Surrey (1783) adlı eserinden Paul Goodman’ın Compulsory Mis-education (1964) adlı çalışmasına kadar sürekli olarak eğitim konusunda kendine özgü ve devrimci önerileri olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten de gerek yazılarında gerekse faaliyetlerinde eğitsel ilkelere, kavramlara, denemelere ve uygulamalara anarşizm kadar yer ayıran başka bir hareket yoktur.” Krierman ve Perry Patterns of Anarchy (1966) on tahlilde eğitimin toplumsal işlevi toplumu idame ettirmektir: Toplumsallaştırma işlevidir. Toplum, çocuklarını kendi suretinde yetiştirerek geleceğini güvence altına alır. Geleneksel toplumlarda bir köylü oğullarını toprağı ekip biçmeleri
Mart '14

 

“Anarşizm, William Godwin’in An Account of the Seminary That Will Be Opened on Monday the Fourth Day of August at Epsom in Surrey (1783) adlı eserinden Paul Goodman’ın Compulsory Mis-education (1964) adlı çalışmasına kadar sürekli olarak eğitim konusunda kendine özgü ve devrimci önerileri olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten de gerek yazılarında gerekse faaliyetlerinde eğitsel ilkelere, kavramlara, denemelere ve uygulamalara anarşizm kadar yer ayıran başka bir hareket yoktur.”
Krierman ve Perry
Patterns of Anarchy (1966)

Son tahlilde eğitimin toplumsal işlevi toplumu idame ettirmektir: Toplumsallaştırma işlevidir. Toplum, çocuklarını kendi suretinde yetiştirerek geleceğini güvence altına alır. Geleneksel toplumlarda bir köylü oğullarını toprağı ekip biçmeleri için büyütür, nüfuzlu birisi gücü elinde tutup kullanmaları için yetiştirir ve bir rahipse oğullarına papazlığın tüm gereklerini öğretir. Modern devletli toplumlarda, Frank MacKinnon’un ifade ettiği gibi “Eğitim sistemi, modern devlette insanlara ne yapacaklarını söyleyen en büyük araçtır. Beş yaşındakileri okula kaydedip, yaşamlarının gelişmeye en uygun on iki yılı ya da daha uzun bir süre boyunca onların zihinsel, toplumsal, fiziki ve ahlaki gelişimlerinin büyük bir kısmını yönlendirmeye çalışır.”[01]

Tarihte bunun bir benzerini bulmak için antik Sparta’ya kadar geri gitmeniz gerekir; aradaki temel fark, antik dünyadaki bildiğimiz yegâne eğitimin yönetici sınıflara verilen eğitim olmasıdır. Sparta’da verilen eğitim, piyadelerin savaşa hazırlanmasından; yurttaşlara, devletin günlük işlerini yapan ve sayıca yurttaşları oldukça geride bırakan köle sınıfını (helotlar) hizaya getirme tekniklerini öğretmekten ibaretti. Modern dünyada helotların da eğitilmesi gerekiyor; Sparta savaş hâlinin günümüzdeki muadiliyse bazen savaşın ürünü, bazen de savaşın peşrevi mahiyetinde olan, uluslar arasındaki sınaî ve teknik rekabettir. Britanya’nın dünya sanayi piyasalarında başlangıçta sahip olduğu avantajın zayıflamaya başladığı yıl, eğitimin dini içeriği hakkında kuşaklar boyunca didişip durduktan sonra genel ve zorunlu ilköğretimin uygulanmaya başlandığı yıldır; 1870 Yasası’ndan bu yana her önemli gelişme sırf ticari çekişme deneyimiyle değil, aynı zamanda bizzat savaş deneyimiyle de yakından ilişkili olmuştur. 1902, 1918 ve 1944 tarihli İngiliz Eğitim Yasalarının hepsi savaştan doğmuştur; her yeni uluslararası çatışma, ister piyasalar için isterse askeri teknikler için verilen bir çekişmeden kaynaklanıyor olsun, rakip güçler arasında kendi eğitim sistemlerinin ölçeği ve kapsamı hakkında yeni endişelerin patlak verdiğinin bir işareti olmuştur.

İlköğretimin ücretsiz, zorunlu ve genel olması gerektiği anlayışı, Britanya’nın 19. yüzyılda hazırlanan kanunlarından çok daha eskiye uzanır. Martin Luther, “Almanya’daki tüm şehirlerin Belediye Meclisi üyelerine Hıristiyan okulları kurup yaygınlaştırma” çağrısında bulunuyordu; zorunlu eğitim 1536′da Calvinci Cenova’da başlamıştı ve Calvin’in İskoçyalı müridi John Knox, “her mahallede bir kiliseyle birlikte bir de okul kurmuştu.” Püriten Massachusetts’de ücretsiz zorunlu eğitim 1647′de uygulamaya geçirilmişti. Lewis Mumford şöyle diyor: Devlet okulları, “yaygın inanışın aksine 19. yüzyıl demokrasinin geç kalmış bir ürünü değildir: Mutlakıyetçi-mekanik formülde zorunlu bir rol üstlenmişti … şimdi merkezi otorite, Avrupa’nın büyük bir kısmında belediyelerin özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıyla birlikte uzun süredir ihmal edilen bu işi gecikmeli olarak üstlenmektedir.”[02] Başka bir deyişle, yerel inisiyatifi tahrip eden devlet kendi çıkarı doğrultusunda hareket ediyordu. Tarihsel olarak bakıldığında zorunlu eğitim, matbaa makinesiyle, protestanlığın ve kapitalizmin yükselişiyle olduğu kadar ulus-devlet fikrinin yayılmasıyla da ilgiliydi.

18. yüzyılın büyük akılcı [rasyonalist] düşünürlerinin hepsi halk eğitiminin sorunları üzerine kafa yormuştu ve bunlar arasından en keskin görüşlü olan iki eğitim düşünürü, eğitimin örgütlenmesi konusunda birbirinin tam zıttı saflarda konumlanmıştı: Rousseau devletin yanında, Godwin ise karşısında. Emile adlı eserinde, aynı adlı roman kahramanı bütünüyle bireysel bir eğitim isteyen (insan toplumu tamamen gözardı ediliyor, öğretmen hayatını zavallı Emile’e vakfediyordu) Rousseau, Discourse on Political Economy (1758) adlı eserinde ise “hükümetin öngördüğü kurallara göre” yapılacak resmi eğitimin taraftarlığını yapıyordu: “Eğer çocuklar eşitliğin bağrında birlikte büyütülürse; eğer onlara Devlet’in yasaları ile Genel İrade’nin kaideleri aşılanırsa, … birbirlerini kardeşleri olarak sevgiyle kucaklayacaklarından, … zamanı geldiğinde de uzun süredir oğlu oldukları ülkenin savunucuları ve babaları olacaklarından şüphe edemeyiz.”

Godwin, Enquiry Concerning Political Justice (1793) adlı eserinde, milli eğitim fikrini bütünüyle eleştirir. Rousseau’nun kullandığı lehteki argümanları özetler, ancak şu soruyu da ekler: “Eğer gençlerimizin eğitimi tamamen ebeveynlerinin basiretine ya da özel şahısların tesadüfî himmetine bırakılacaksa, o zaman ister istemez bazılarının erdemli, bazılarının ahlaksız olacak şekilde eğitilecekleri, bazılarınınsa tamamen ihmal edilecekleri sonucuna ulaşılmaz mı?” Uzun da olsa Godwin’in cevabı alıntılanmaya değer, çünkü 18. yüzyılın sonundan işittiğimiz bu yalnız ses, günümüzün okulsuzcuların [de-schoolers] vurgularıyla hitap eder bize:

“Milli eğitim sisteminden kaynaklanan fenalıkların en başında [şunlar yer alır:] Kamu kurumlarının hepsi kalıcılık fikrini içinde barındırır. … Resmi eğitim, enerjisini daima önyargının desteklenmesine harcar; öğrencilerine, her önermeyi sorgulamanın sınamasından geçirme yürekliliğini değil, tam tersine eskiden yerleştirilmiş olanları değiştirebileceğinden ötürü bu gibi akideleri savunma sanatını öğretir … Önemsiz görülebilecek Pazar okullarında [Pazar günü din derslerinin verildiği kilise –çev.] bile öğretilen temel dersler, İngiliz Kilisesine karşı boş inançlarla beslenen bir hürmet gösterisi, bol bir cübbe giymiş herkesin önünde diz çökmektir. … İkinci olarak, milli eğitim fikri aklın mizacını önemsememe üzerine temellenir. İnsanın kendisi için yaptığı herhangi bir şey iyidir; komşularının ya da ülkesinin onun adına yapmaya kalkıştığı şeylerse kötüdür. … Öğrenmek istediği için öğrenen kişi, anlatılanları dinleyecek ve ne anlama geldiğini kavrayacaktır. Öğretmek istediği için öğreten kişi de mesleğini şevkle ve enerjiyle yapacaktır. Ancak, siyasi kurum her insanın yerini tayin etme işini üstlendiği anda, hepsinin işlevleri yerlerini miskinliğe ve ilgisizliğe bırakacaktır. … Üçüncü olarak, milli eğitim projesi, milli hükümetlerle olan açık ittifakından dolayı daima aynı şekilde engellenmelidir. … Hükümet elindeki kuvveti kullanmaktan çekinmeyecek ve kendi kurumlarını ebedileştirecektir. … Eğitim sisteminin azmettiricisi olarak hükümetin görüşleri, siyasi kapasitesi dahilindeki görüşlerine benzer olmaktan geri kalmayacaktır.”[03]

Günümüzde milli hükümet ile milli eğitim arasındaki ittifakı eleştirenler, nihai işlevi toplumsal eşitsizliği sürdürmek ve örgütlü sistemde içindeki belirlenmiş yerini kabullenmesi için gençliğin beynini yıkamak olan, cebri ve hiyerarşik kurumları kullanmanın resmi makamların mizacında olduğunu kabul edip savunacaklardır. Yüz yıl önce, God and State adlı kitabında Michael Bakunin “halkı, sınavlarını verip öğretmenlerinin bilgisine ulaşmak ve onların disiplini olmadan hareket etmek konusunda açıkçası ilelebet yetersiz kalan ebedi bir çocuk, bir ilkokul öğrencisi” olarak nitelendiriyordu.

“Bir gün Mazzini’ye muzaffer üniter cumhuriyetinin kesin olarak kurulmasının ardından halkın kurtuluşunu sağlamak için ne gibi önlemler alınacağını sordum. ‘İlk önlem halk için okullar kurulması olacak’ diye cevapladı. ‘Peki bu okullarda halka ne öğretilecek?’ ‘İnsanın ödevleri, yani fedakârlık ve sadakat.’”[04]

Bakunin, günümüzde Everett Reimer ile Ivan Illich’in yaptığı gibi öğretmenlik mesleği ile papazlar kastı arasında bir karşılaştırma yapıyor ve şunu ifade ediyordu: “Benzer koşullar, benzer nedenler daima benzer etkiler doğurur. Bu, ilahi bir kaynağı olan ve Devlet’in ruhsat verdiği modern okul öğretmenleri için de aynı olacaktır. Onlar, bazıları bilmeksizin, bazılarıysa nedenine tamamen vakıf olarak, Devlet’in iktidarı ve ayrıcalıklı sınıfların kârı için halkın fedakârlık yapması gerektiği öğretisinin ister istemez öğretmenleri hâline gelecekler.” Öyleyse, toplumdaki her türlü öğretimi ortadan kaldırıp tüm okulları kapatmamız mı gerekir, diye sormuştu ardından. Bilâkis diye cevaplıyor, ancak otorite ilkesinin okullardan temizlenmesini talep ediyordu: “Bunlar artık okul olmayacak; ne öğrencilerinin ne de öğretmenlerinin tanınmadığı, ihtiyaçları olduğunda insanların gelip özgür öğrenimden serbestçe faydalanabilecekleri ve kendilerinde eksik olan bilgileri onlara sunan öğretmenlere (kendi uzmanlık alanlarında bilgili olmaları sayesinde) birçok şey öğretebilecekleri halk akademileri hâline gelecekler.”[05]

Bu, 1797′de Godwin’in “eğitimin çehresini tamamen değiştirmek üzere hazırlanmış” bir plan olarak tasavvur ettiği okul anlayışından tamamen farklıdır. “Şimdiye kadar ona hizmet etmiş olan o ürkütücü aygıt bütünüyle ortadan kaldırılacak. Doğrusu, ortada hoca ya da talebe diye kişiler de kalmayacak. Bir oğlan çocuğu, aynen bir erkek gibi istediği için tahsil görür. Kendi yarattığı ya da benimseyerek kendine mal ettiği bir plana göre ilerler.”[06] Bu tür bir okula en yakın resmi sistem belki de Prestolee Okulu idi (I. Dünya Savaşı sonrasında okul müdürü Edward O’Neil’in köklü değişiklikler yaptığı Lancashire’daki bir ilkokul). Burada, “ders cetvellerinin ve programlarının rolü önemsizdir, çünkü her gün dersler bittikten sonra yaşı daha büyük olan çocuklar okula geri gelirler; ebeveynleri, ağabey ve ablalarıyla birlikte.”[07]

“Topluluk okulları”ndan bunca bahsedilmesine karşın, Bakunin’in “halk akademileri”nin O’Neil uyarlamasının bugün uygulamaya geçirilemeyip, yalnızca okulların gelecekte dönüştürülmesiyle ilgili bir görüş olarak kalmasının binlerce bürokratik sebebi var. Ancak, Profesör Harry Ree, genç öğretmenlerin katıldığı bir konferansta şunları söylemişti: “Sizlerin, bildiğimiz anlamda okulun sona erişini göreceğimizi düşünüyorum. Bunun yerine, kapılarının haftanın yedi günü, günde on iki saat açık olduğu, isteyen herkesin kütüphanesine, atölyelerine, spor merkezine, self-servis çalışan dükkânına ve barına gelip gidebileceği topluluk merkezleri olacak. Yüz yıl içerisinde, çocukların okula gitmeleri için devam zorunluluğu getiren yasalar, kiliseye gitmeyi zorunlu kılan yasalar gibi ortadan kalkabilir.”[08]

Günümüzde gerek zengin gerekse yoksul ulusların eğitim bütçeleri giderek devasa boyutlara ulaşırken, dünya genelinde devletin eğitimci rolüne bir eleştiri daha getireceğiz: Toplumsal adalet fikrini tahkir etmesi. İyi niyetli reformcular fırsat eşitliğinin sağlanması amacıyla eğitim sistemini yönlendirmeye büyük çabalar sarf ettiler, ancak bu çabaların tek sonucu giderek daha eşitsiz hâle gelen bir yarışmaya başlarken teorik ve aldatıcı bir eşitlik olmuştur. Dünyada eğitimle ilgili sektörlere daha fazla para akıtıldıkça, eğitimsel, mesleki ve toplumsal hiyerarşinin en altında yer alanlar bundan daha az faydalanmaktadır. Yaygın eğitim, yoksulların zenginleri sübvanse etmelerinin bir başka aracı hâline gelmiştir. Örneğin, okulların azalan vergilendirme biçiminin neredeyse mükemmel bir uygulaması olduğunu söyleyen Everett Reimer, ABD nüfusunun en yoksul onda birlik kesiminin çocuklarının aldıkları eğitimin yaşamları boyunca kamuya maliyetinin kişi başına 2.500 $, en zengin onda birlik kesimin çocuklarının ise 35.000 $ olduğuna dikkat çekiyor. “Bunun üçte birinin özel harcamalar olduğu varsayılırsa, en yoksul onda birlik dilimdekilerle karşılaştırıldığında en zengin onda birlik dilimdekiler eğitime ayrılan kamu kaynaklarından on kat fazla faydalanırlar.” Michael Huberman, hasıraltı edilen 1970 tarihli Unesco raporunda, dünyadaki çoğu ülke için aynı sonuca varıyordu. Üniversite boyutunu tamamen göz ardı edersek Britanya’da, orta dereceli okulların son iki yılındaki bir öğrenci için modern bir ortaokul mezununun iki kadar harcama yapıyoruz; üniversite harcamalarını dahil edersek, bir lisans öğrencisi için bir yılda yaptığımız harcama, normal bir öğrencinin tüm okul yaşamındakine denk geliyor. “Tepedeki toplumsal grup, üniversitelere yapılan harcamalardan en aşağıdaki gruba göre on yedi kat daha fazla faydalanırken, üniversite kaynaklarına ise sadece beş misli katkıda bulunmaktadır.” Dolayısıyla, toplumsal ve ekonomik adaletsizliğin kalıcı hâle getirilmesinin, devletin eğitim sistemi içindeki önemli bir görevi olduğu sonucuna varabiliriz.

Çağdaş anarşist eğitmenlerden birisi olan Paul Goodman’ın sistemin tasfiye edilip, bunun yerine her çocuğa kendi payına düşen eğitim parasını vermenin neden daha basit, ucuz ve adil olacağını söylediğini anlayabilirsiniz. Goodman’ın programı son derece basittir. “Derslere devam zorunluluğunun olmadığı, okulların mevcut dükkân önlerinde ya da kulüp binalarında, yirmi ila elli kişi arasındaki küçük birimlere bölünerek ademi merkeziyetleştirilmesi yoluyla” küçük çocuklar için “koruyucu ve hayatı zenginleştirici bir ortam hazırlanması. Okulun, şehirli çocukların yılın birkaç ayında gidebilecekleri, ekonomik açıdan fazla önem taşımayan çiftliklerle bağlantılı hâle getirilmesi”. Daha büyük çocuklar içinse:
“Vazifeli olarak şehri dolaşan Atinalı pedagog modeli muhtemelen daha da iyi bir model olacaktır; ancak, bunun için şehirdeki sokakların ve işyerlerinin şimdikinden daha güvenli ve daha uygun olması gerekir. (Çocuklar açısından şehir planlamasının bir önkoşulu da onların şehri kullanabilmesidir, çünkü şehrin kendilerine ait olduğunu hissedecek yurttaşlar yetiştiremeyen hiçbir şehrin idare edilmesi mümkün değildir.) Temel pedagojinin [eğitimbiliminin] amacı oldukça mütevazıdır: Küçük bir çocuğun, çevresinde olan biten her şeyi kendi başına ilgiyle kurcalamasını; gözlemleme, sorgulama ve uygulama amaçlı taklit etme yoluyla bundan kendince bir şeyler çıkarabilmesini sağlamak. Toplumumuzda bu dört yaşına gelinceye kadar evde oldukça iyi yapılır, ancak ondan sonra giderek zorlaşır.”[09]

Teknik eğitimin en iyi şekilde iş başında verilebileceğine inanır, çünkü “gençlerin seçeneklerinin olması, örgütlenebilmeleri ve eleştirebilmeleri koşuluyla, iş başında eğitim işçi yönetiminin en çabuk yoludur”. Üniversite eğitimi, “zaten bir şeyler bilen yetişkinler içindir”.

Goodman kazara [incidental] eğitime ilişkin fikirlerini yazın yaşamının büyük bir kısmında sürekli dile getirmiştir, ancak insanların bunları ciddiye almaya başlaması oldukça yenidir. Havayı değiştiren şey, öğrenci isyanı deneyimi, Amerikan şehirlerinde yaşanan eğitim krizi (giderek artan harcamalara rağmen eğitimde etkinliğin azalması) ve standart okulla üniversite kalıbının gerçek toplumsal gereksinimler açısından nasıl tamamen uygunsuz olduğunu gösteren Ivan Illich ve Paolo Freire gibi Üçüncü Dünya’dan çıkan eğitim düşünürlerinin etkisi oldu. Illich’in “zorunlu bir müfredat programına tam zamanlı katılımı gerektiren, yaşa göre olan, öğretmenle ilişkili bir süreç” olarak tanımladığı okul deli gömleğinden kurtulmak için her yerde denemeler yapıldı. Böyle denemeleri ket vuran şey, resmi sistemin, onu finanse etmekle yükümlü olan yurttaşların seçeneklerini etkisizleştiren varlığıdır tam da; böylece, alternatifler potansiyel kullanıcıların marjinal gelirlerine bağlı olur. Liverpool’daki Scotland Road Free School, eğitim müdürlüğünden malzeme olarak son derece mütevazı bir yardım talep ettiğinde, Eğitim Komitesi’nin bir üyesi şöyle bir açıklama yapmıştı: “Bizden, desteklememiz gereken bir şeyin dokusunu zayıflatmamız isteniyor. … Sonunda, tek bir çocuğun bile bizim okullarımıza gitmek istememesi olgusuyla karşı karşıya kalabiliriz.”

Eğitime yönelik anarşist yaklaşım, öğrenmeyi aşağılama değil, öğrenen kimseye saygı duyma temeli üzerine oturur. Danilo Dolci, eğitimle bağlantıları “hapisteyken anarşist bir yoldaştan okumayı öğrenmek” olan Sicilyalı “haydutlar”la tanıştığını söylemişti. Arturo Barea, çocukluğunun geçtiği Madrit’ten sefalet içinde yaşayan iki anarşist pedogogu hatırlıyordu. Birisi, Kuruşçu Öğretmen, Barrio de las Injurias’da benzin varillerinden yapılmış bir kulübede yaşıyordu. Yırtık pırtık giysiler içindeki talebe güruhu, ayda on kuruş karşılığında alfabeyi öğrenmek için açık havada yere çömelip çevresine toplanıyorlardı. Diğeri, Sakallı Aziz ise topladıkları sigara izmaritleri karşılığında talebelerine Plaza Mayor’da ders veriyordu. Kuruşçu Öğretmen anarşist olduğu için hapse atıldı ve orada öldü. Sakallı Aziz’e çekip gitmesi söylendi ve ortadan kayboldu. Ancak, çok geçmeden yeniden ortaya çıktı ve yırtık pırtık kitaplarını okumayı seven talebelerine gizlice ödünç vermeyi sürdürdü.

Örgütlü sisteme karşı yapabileceğimiz en yıkıcı eleştiri, etkilerinin eğitici olmaktan alabildiğine uzak olmasıdır. Britanya’da, çoğu çocuk beş yaşındayken okula gitmeye can atar. On beşinde ise çoğu okuldan kurtulmaya can atar. Bu yazıyı yazdığım gün, en çok satan gazetelerimizden birinin ön sayfasında, on üç yaşındaki bir okul kaçağının resminin yanında şu yoruma yer veriliyor: “En kötüsü de, sadece iki yıl daha dişimi sıkmam gerektiğini düşünürken okulu bırakma yaşını on altıya çıkarmaları oldu. Bunu duyduğumda içimden lanet olsun dedim.” Örgütlü sistemde değişimi sağlayacak en uygun araç, eleştiriden ya da dışarıdan bir örnekten değil, tabandan yükselen baskıdan gelecektir. Okula istemeden devam ettikleri, okulun otoritesiyle keyfi düzenlemelerine kızdıkları ve deneyimlerine dayanarak eğitimin çoğu kez kaybeden tarafta olacakları bir engelli yarış olduğunu düşündükleri (ki bu durumda yarışa katılmaları avanaklık olacaktır) için eğitim süreçlerine fazla değer vermeyen bir öğrenci kesimi daima olacaktır. Okulun onlara öğrettiği şey işte budur; tehditlerden artık yılmayan, tatlı sözlere artık kanmayan, fiziksel şiddetle küskün bir kabullenişe artık razı olmayan bu kaybedenler ordusu, okulun dış görünüşte bile anlamlı ya da etkin bir şekilde işlemesini engelleyecek kadar büyüdüğü zaman eğitim devrimi başlayacak.

Eğitim yelpazesinin diğer ucunda, yani üniversitede, ayrılma yoluyla yenilenme sürecinin tarihte birçok örneği vardır. Oxford’u Paris’ten ayrılan İngiliz öğrenciler, Cambridge’i Oxford’dan kaçan akademisyenler, Londra’yı ise Oxford ile Cambridge’in aradığı dini şartları kabullenmeyen muhalifler kurmuştu. Ancak, üniversite konusunda en mükemmel anarşist model İspanya’dan gelir. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru, şimdi olduğu gibi o zaman da Kilise’nin hâkimiyetinde olan İspanyol hükümeti tanınmış bazı üniversite profesörlerini işten atmıştı. Bunlardan birkaçı “özgür” yüksek öğrenim okulunu, Institución Libre de Ensenanza’yı kurdular; bu okulun etrafında, zamanın işçi sınıfı hareketlerine paralel olarak büyüyen, İspanyol yaşamının boğucu uyuşukluğunu, ikiyüzlülüğünü ve çürümüşlüğünü teşhis etmeyi amaçlayan ve “98 Kuşağı” olarak bilinen küçük bir aydınlar grubu ortaya çıktı –sanat eleştirmeni ve öğretmen Manuel Cossio, felsefeciler Unamuno ve Ortega y Gasset, (İspanya için hazırladığı programını okul ve kiler deyişiyle özetleyen) iktisatçı Joaquin Costa, şair Antonio Machado ve romancı Pio Baroja. Institución’ın 1910′da Alberto Jiménez’in kurduğu daha da dikkat çekici bir ürünü oldu: Residencia de Estudiantes ya da Yatılı Öğrenci Koleji. Gerald Brenan Residencia’nın çok enteresan bir görüntüsünü sunuyor:
“Çok uzun yıllar boyunca Unamuno, Cossio ve Ortega, eski felsefeciler gibi bahçede gezinerek ya da ağaç gölgesinde oturarak burada ders verdiler: Juan Ramón Jiménez şiirlerini burada yazıp öğrencilerine okudu; Garcia Lorca ile Alberti’nin de aralarında bulunduğu bir sonraki şairler kuşağı, Eduardo Martinez Torner’in düzenlediği müzik ve halk şarkıları okulunun etkisi altında kalarak mesleklerini burada öğrendiler. Sanırım Orta Çağ’ın başlarından bu yana başka hiçbir eğitim kurumu bir ulusun yaşamı üzerinde böylesine şaşırtıcı sonuçlar üretmemiştir, çünkü İspanyol kültürünün üç yüz yıldır hiç bilmediği bir düzeye birdenbire yükselmesi büyük ölçüde Institución ve Residencia sayesinde olmuştu.”[10]

Lorca, Dali ve Buñuel Residencia’nın öğrencileri arasındaydı; hizmet ettiği toplumda hakiki bir işleve sahip gerçek bir bilim insanları topluluğu. Aklıma gelen yegâne benzer örnekler, bir zamanlar ABD’deki Black Mountain Koleji ve kişi başına 50 sent ödeyen binlerce öğrenciyle öğretmenin pop festivaline benzer bir atmosferde özgün araştırmalar sunup tartıştıkları, Oxford, Ruskin Koleji’nde (Üniversite’nin bir parçası olmaması önemlidir) yılda iki günlüğüne düzenlenen Tarih Atölyesi. Bu, meritokraside [yeteneğe dayanan yönetim biçimi –çev.] ayrıcalıklı işlerin bıkkın taliplilerinin okuduğu bir olgunlaşma enstitüsü yöneten rektörlerin ve akademik kurulların dünyasının çok uzağında bir bilim festivalidir.

1960′ların sonlarında bir üniversiteden diğerine sıçrayarak dünya geneline yayılan öğrenci ayaklanmalarında, devrimci kendinden yönetim döneminin öğrencilerin karşı karşıya geldikleri gerçek bir eğitim deneyimi olduğu yorumu ortaya çıktı. “Bu altı haftada dört yıldır derslerde olduğundan çok daha fazla şey öğrendi” (Dwight Macdonalds, bir Columbia öğrencisinden bahsederken); “Herkes deneyim sayesinde zenginleşti ve böylece topluluğu da zenginleştirdi” (LSE öğrencisi); “Son on gün, tüm üniversite kariyerimin en tatmin edici zamanıydı” (Essex Üniversitesi’nden Peter Townsend); “Bu bahsettiğimiz Hull öğrencileri kuşağı, üniversite yaşamlarının en değerli parçası olabilecek olaylara katılma şansına sahip oldular” (Hull hakkında David Rubinstein). Hornsey Sanat Koleji’nden bir okutman, “bu benim şimdiye kadar gördüğüm en eğitici şeydi” derken, bir diğeri ise bunu “yüksek öğretim tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir yaratıcılık patlaması” olarak görüyordu.

Gerçek eğitimin, yani kendi kendini eğitmenin, pahalı akademik hiyerarşiyi kapı dışarı etmeyi ya da göz ardı etmeyi gerektirmesi ne kadar hoş ama bir o kadar da tahmin edilebilir bir ironi. Öğrenci ayaklanmaları, iktidar yapısının yerini anarşinin, yani özerk gruplarla bireylerden oluşan bir ağın aldığı, kendiliğinden ortaya çıkan ve kendi kendini yönlendiren faaliyetin küçük bir evreniydi. Öğrencilerin deneyimledikleri şey, kendi kararlarınızı almaktan ve kendi yükümlülüklerinizi üstlenmekten kaynaklanan o kurtuluş duygusuydu. Bu, yüksek öğretimin ayrıcalıklı dünyasının çok ötesine, fabrikaya, mahalleye, her yerde insanların günlük yaşamlarına taşımamız gereken bir deneyim.

Dipnotlar:
1 Frank MacKinnon, The Politics of Education, Londra, 1961.
2 Lewis Mumford, The Condition of Man, Londra, 1944.
3 William Godwin, An Enquiry Concerning Political Justice, Londra, 1793; yeni baskısı Toronto, 1946.
4 Michael Bakunin, God and the State, New York (1916) 1970.
5 age.
6 William Godwin, The Enquirer, Londra, 1797.
7 “A School the Children Won’t Leave”, Picture Post, 4 Kasım 1944. Gerard Holmes, Prestolee Okulu’nun hikâyesini anlatılır: The Idiot Teacher, Londra, 1952.
8 The Teacher, 8 Nisan 1972.
9 Paul Goodman, Compulsory Miseducation, New York, 1964; Londra, 1971.
10 Gerald Brenan, The Literature of Spanish People, Cambridge, 1951.

Çeviri: AnarşistBakış ✪

Önceki

Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı

Sonraki

[Tim Larson] El altında Rainer Marie Rilke