Please go to your Post editor » Post Settings » Post Formats tab below your editor to enter video URL.

Koca dünya’da kendine bir ev bulamamak!

Elimizde kaçacak bir doğa kalmadı. Artık bu çözülebilecek bir ahlak sorunu değildir. Hele ki sinemayla hiç değil.

“gördüğümüz dünya
yemin ederim
aslına benziyor ”
Melih Cevdet Anday

Reha Erdem’in yeni filmi ‘‘Koca Dünya’’ 12 dakikalık bir giriş bölümü ile başlıyor. Klasik hikaye anlatımı kullanılan bu sahnelerde şehir yaşamının acımasızlığı, güçsüzlerin ve doğanın büyük şehir tarafından nasıl ezildiğini görüyoruz. İki ‘kardeşin’ birbirini bularak kaçmalarıyla gerçek film masal gibi diyebileceğimiz bir simülasyonla başlıyor. Kaçamayan her şey yakalanır ve yakalanan her şey paramparça edilir. Karakterlerimizin İğneada’ya kaçışı da bir yere kadar başarılıydı; vahşi modern dünyadan sakin orman yaşamına masalsı bir kaçış…

İstanbul’da yaşayan bir İğneadalı olarak suç içleyip kaçmam gerekirse herhalde Longoz Ormanları’na kaçarım diye düşündüğüm olmuştu. Baş karakterlerimizden Ali (ya da simülasyondaki adıyla Kum-Kum) da işlediği suçtan sonra benim gibi düşünerek bir diğer baş karakterimiz Zuhal’i (ya da simülasyondaki adıyla Mimi’yi) yanına alarak İğneada’ya kaçmayı tercih etti. Tabii ki filmde ne İğneada gerçek İğneada ne de İstanbul gerçek İstanbul. İsimsiz Türk şehirleri olarak yer alıyorlar.

Seyirci olarak önce karakterlerin kardeş olduğunu öğreniyoruz. Film izlendikçe yetimhanedeyken birbirlerinin kardeş olduğuna inandırıldıklarını anlıyoruz. Ama belli ki değiller, onlar da bunun farkına varıyorlar ama o güne kadar devam eden bu inancı bir anda silip atamıyorlar. Kaçtıkları sadece şehir hayatı, polis, geçmişleri değil aynı zamanda gerçekten de bir kaçış. Ormanda gerçekten uzaklaşarak hayali hayvanlar, olmayacak şeyler görüyorlar. Delirmenin eşiğinde genelde böyle olur. Gerçek ne, gerçek olmayan ne, ayrım zorlaşır. Reha Erdem filmlerinin çoğunda olduğu gibi yine içleri kötülük dolu erkekleri görüyoruz. Aralarındakilerin en iyisi Ali (Kum-Kum) bile ne ‘kardeşine’ verdiği sözleri tutabiliyor ne de onu koruyabiliyor, parayı fahişelerle çarçur etmeye ve Zuhal’i (Mimi) ormanda yalnız bırakmaya başlıyor.

Reha Erdem filmlerinde simülasyon dünyalar kurmayı iyi başaran bir yönetmen. Jean Baudrillard, simülasyon gerçeğe bir saldırıdır diyor. Bu gerçeğe saldırıyı göremeyen izleyici ve eleştirmenler de çoğu zaman Reha Erdem filmlerinin başarısız olduğunu düşünüyor. Oysa burada yapılan bilinçli bir yönetmen tercihi. ‘‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’’ gibi parçalı filmler yapınca hikaye bütünlüğünden koptuğu ve anlayamadığım diğer beğeni kriterleriyle o tarz filmlerinin başarısız olduğunu söylüyorlar. Eğer sanattan zevk almak istiyorsanız, sanattan anlayacak biçimde yetişmeniz gerekir. Ahmet Güntan’ın ‘‘Parçalı Ham’’[1. http://www.160incikilometre.com/urun/parcaliham_kitap/] kitabı Türk şiirinde nasıl bir yer teşkil ediyorsa, Reha Erdem de Türk sinemasında benzer bir yer teşkil ediyor. Reha Erdem’in sıkı bir Deleuze takipçisi olduğunu artık biliyoruz, hayvan-oluş, yersiz-yurtsuzluk gibi kavramlar üzerinden pek çok şeyi filmlerinde sürekli olarak düşünüyor. Ama bu film özelinde bir diğer önemli sorun edilen mesele insanın koca dünyada bir türlü evinde hissedememesi. Adorno’nun, bugün insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur.[2.Minima Moralia] dediği dönemden sonra artık insanın ev simülasyonlarında bile kendini evinde hissetmemesi ve modern dünyadan doğaya kaçışta dahi bu hissizliğin devam etmesi gibi yeni sorunlar oluştu. Elimizde kaçacak bir doğa kalmadı. Artık bu çözülebilecek bir ahlak sorunu değildir. Hele ki sinemayla hiç değil. Orman içinde de, yetimhanede de, şehirde de, doğada da evde hissetmek zor. Macar yönetmen Bela Tarr’dan[3. https://futuristika.org/bela-tarr-ontolojik-dertlerimiz-var/] sonra bu tarz dertleri olan yönetmenler görmek pek mümkün olmadı, modern dünya elini attığı her şeyi mahvetti, yönetmenler de sistemin belirli beklentilerine cevap vermek zorunda hissettikleri için radikal şeyler yapamıyorlar filmlerinde. Reha Erdem filmleri bu açıdan Bela Tarr filmlerinin duygu/düşünce dünyasına yakın duruyor.

Yönetmenler için hikaye ikinci planda olmalı. Asıl mevzu diğer tüm sanat dallarında olduğu gibi insanlara nasıl dokunacağınızdır. Gerçek hayat anlatılacaksa ne kadar gerçek olacak, simülasyon bir hayat anlatılacaksa bu simülasyon gerçeğe ne kadar saldırabildi, önemli, asıl sorular bunlardır, sanki Reha Erdem bilmiyor mu sağı solu toplu, klasik, kopuk olmayan bir hikaye anlatmayı? Sanatla uğraşmak insan ilişkileri alanında uzmanlaşmayı gerektirir. Bela Tarr filmleri gibi filmleri ondan sonra bir başkası çekmedi. Koca dünyada neden biri daha çekmedi? Bir yönetmen daha zuhur etse işler yoluna girmez miydi? Reha Erdem gibi bir yönetmen daha zuhur etse belki Türk Sineması için. ✪