“İlk Taşı Günahsız Olanınız Atsın”

Ali Ersen Erol, memlekette kadınların karşı karşıya kaldığı anlayış kıtlığı üzerine yazdı. Polis şiddetiyle bebeğini kaybeden kadın ile, vefatının ardından kitlesel ahlak polisliğine maruz kalan kadın, onlar, bizim kadınlarımız...
Şubat '11

Yaşadığımız topraklarda kadınların durumunu ve aslında ülkemizde nasıl bir anlayışla, ya da daha isabetli bir deyişle anlayış kıtlığı ile karşı karşıya olduklarını gayet acı bir şekilde gösteren iki örneği ard arda yaşadık. Seçici toplumsal hafızamız yaşadığımız kötü anıları unutmaya çok yatkın olduğu için birincisini tekrar hatırlayalım: 6 Aralık 2010’da Başbakan’ı protestoya giderken durdurulan ve polis tarafından dövülen öğrencilerin arasında olan 19 yaşındaki E.Ö., bunun sonucunda bebeğini kaybettmişti. Aslında görevini kötüye kullanmak, kasten adam yaralamak ve kasten adam öldürmekten suçlu bulunması gereken bu polisler, Türk devletinin ve özellikle de hükümetinin koruyucu kanatları altında bu yaşananları ölü bir bebeğin sükuneti içersinde badiresiz atlattılar. Bu yetmezmiş gibi, genç bir kadının neden hamile kaldığı ve neden protestoya katıldığı konuşuldu. Yaşanan ikinci hadise ise, Defne Joy Foster’ın ölümünün sonrasında bazı saygıdeğer açık görüşlü gazeteci ve dimağı geniş düşünürlerin tanımadıkları bir merhumenin ardından ahlak polisliği görevini üstlenmiş olmalarıydı. Manevi değerlerinin yüksek olduğunu iddia edenlerin, dünyasını değiştirmiş olan birine gösterdikleri saygısızlık, ailesinin ve sevenlerinin acılarına karşı gösterdikleri hassasiyetsizlik ise söylenilenlere kat kat anlam ekledi.

Tabii, bu yaşananlar medyanın gözü önünde gerçekleşen olaylar oldukları için dikkatimizi çekti. Belki de, hatta çok büyük bir ihtimalle, böyle bir anlayışın çok daha kötüsü sadece ülkemizdeki değil, dünyadaki çoğu kadının günlük gerçeği. Fakat bu kesinlikle böyle değildi ve böyle olmak zorunda da değil. En basitinden, Ankara Kalesi’nde bulunan Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne, yani mirasımızın büyük bir kısmının sergilendiği yere, gidildiği zaman, kadim medeniyetlerin kadının üretgenliğini ve doğurganlığını nasıl kutsadıklarını görebiliriz. Yanılmıyorsam bunu yılda binlerce ilk öğretim öğrencisi zaten tecrübe ediyor. O zamanlardan bu zamanlara her ne değişti ise, öyle bir mirası devralan coğrafyada kadınlar kutsandıkları tahtlarından, erkeklerin kontrolü altında var olmaya mahkum mallığa, köleliğe, bakıcılığa, akılsız, beceriksiz ve ahlaksız birer hizmet etme ve çocuk yapma makinesine indirgendiler.

O yüzden, dışarıdan insan görünenlerin E.Ö. ve Defne Joy Foster hakkında böyle şeyleri nasıl düşünebileceğini ilk olarak hayretle karşılamış olsak da, aslında üzerinde biraz durunca bunda şaşırılacak birşey olmadığını görebiliriz. Hatta korku ve titreme içerisinde şunu da ekleyebiliriz: O insanlar, kendi yazılarında, akıllarında ve vücutlarında temsil ettikleri, cisimleştirdikleri insan ve kadın nefreti ile, milyonların duygularına tercüman, dilsize dil, sözsüze söz oldular. O yazarlar bize sadece yaşadıkları toplumdaki kör hoşgörüsüzlükleri, artık günlük hayatın bir parçası haline gelmiş ve normalleşmiş kötülükleri hatırlattılar. Bunarı duyunca şaşıranların yüzlerine bir tokat gibi şu gerçeği yapıştırdılar: “bu topraklardaki insanlık, anlayış ve hoşgörü çok uzun zamandır bitti. Buraya biz hakimiz.” Ve bu gerçeğin yüzümüze bu denli sert, bu denli açık seçik ve utanmaz bir biçimde vurulmuş olması karşısında bu denli tepki verdik. Kaybetmek istemediğimiz bir çatışmayı çoktan kaybetmiş ve bunu yeni farkına varmış olmanın isyanıydı bu.

Ama bunun çok mu kötümser, çok olumsuz bir fotoğraf mı olduğunu düşünüyorsunuz? Çatışmayı kaybetmiş olduğumuzu ama savaşın devam ettiğini mi söylüyorsunuz? Yani bu çaresizlik içinden bir çıkış yolu var mı size göre? Haklısınız. Ben de milletvekillerine, onlar bıkıncaya kadar yollanan milyonlarca tepki mektuplarını, günlerce süren oturma eylemlerini, basının bu tür hataları alıp bunlara dikkat çekmesini ve göz önünde tutmasını, hoşgörüsüzlüğün ve nefretin anayasamızda suç sayılmasını, kanunlarımızın ve uygulanışının güç odaklarını değil insanları koruduklarını, insanların tepkilerini göstermek için kaygısız bir biçimde sokağa döküldüklerini ve istediklerini alıncaya kadar gösterilerden vazgeçmediklerini, sandıkta yanlış yapanları cezalandırdıklarını, yaşadığımız coğrafyadaki akli ve insani mirasa sahip çıktıklarını gördükçe umutlanıyorum…. Ne dediniz? Bunların hiç biri olmuyor mu yoksa?

Yaşlı ve bilge bir adamın bir zamanlar dediği gibi: “Tanımlar her zaman rekabet alanıdır.” ‘Kadına saygı’nın onun özgürlüğünü kısıtlamak ve eşitsizliğini dayatmak olarak tanımlandığı bir coğrafyadan fazlası ile payını almış bir ülke olarak, “saygı” kavramını yeniden tanımlamamızın ne kadar önem taşıdığı sanıyorum ki bu noktada hepimize aşikar. Fakat bunu yapıcak olan bir erkek olamaz, umarım bu da o kadar belirgindir. Hiç bir zaman, gücü elinde bulunduranın, güçsüze sadaka gibi sunduğu taviz kalıcı olamaz. Kadınlar kendilerine dayatılan nesnelliği sadece entellektüel olarak değil, herkesin gözüne sokarak, tüm ülkenin dikkatini çekerek, gündem meşgul ederek aştıkları, kendilerinin aslında özne ve fail olduklarını, bu saygınlığı alenen talep ve beyan ettikleri, güç odaklarına boyun eğdirdikleri ve son olarak buna uygun yasal düzenlemeyi yaptırdıkları zaman birşeyler değişmeye başlayabilir. Sadece kadınlar değil, güçlü tarafından ezilen her hangi bir kesim, yüce demokrasinin artık toplum olarak bir kenara ittiği ve toplumsal yapının şiddetine maruz kalmış her kitle, kendi gücünü ortaya koymadığı ve güçlüden merhamet beklediği her saniye sadece büyük bir yanılgıya düşmekle kalmıyor: kendine karşı yapılan gaddarlığa herkesten çok katkıda bulunuyor.

 ✪