Blog

  • Oscar Kokoschka ve Alma Mahler: Gerçeksizliğe fetiş

    Oscar Kokoschka ve Alma Mahler: Gerçeksizliğe fetiş

    Gustav Mahler’in dul eşi Alma Mahler, 1911 yılında Viyanalı sanatçı Oscar Kokoschka ile bir araya geldiğinde, sanat ve seks kucaklaşmıştı. Günler sert sevişmeler ve çok sayıda izlenimci resimler yaparak geçiyordu. (Evet, böyle hayatlar da vardı.)

    1913’e gelindiğinde ise, ilişki tökezler. Çünkü, sevişmenin de sonu var. İnsan sonsuza dek bedenini yuvarlayacak değil ya. Alma hamile kalınca, Oscar karşı çıksa da, bebeğini aldırır. Deliyazan Oscar 1914 yılında, üzerimizde patlayacak dünya savaşına katılmak için Avusturya ordusuna gönüllü yazılır. Ah başını alıp nerelere gidersin. 1915 yılında Rusya toprağındayken ağır denebilecek yarasıyla kucaklaşınca, ülkesine döner. Döner ki dönmez olaydı. Alma, mimar kılıklı Walter Gropius ile evlenmiştir. Ressam Oscar, acıların şoförü Orhan’a dönüşür. O arada doktorla Oscar’ın aklının sağlıksız olduğuna karar vermeye yeltenirken, Oscar bir ressamdan beklenebilecek şekilde, acısını byük boyutlarda resimlere sindirir. Bir kukla sanatçısı Hermine Moos ile bir araya gelir ve Alma Mahler’in gerçek boyutlu, gerçek detaylarını taşıyan kuklasını yapmasını ister, emreder, yalvarır, rica eder.

    Mektup ve taslak

    “Dün aşkımın gerçek boyutlu resmini gönderdim ve bunu büyük bir dikkatle kopyalayıp gerçeğe çevirebilir misin diye sordum. Kafanın ve boynun ölçülerine özellikle dikkat et, göğüs kafesine, kalçasına ve bacaklarına da. Tabii ki konturlara filan da özenle yaklaş, boynun sırta inen çizgisine, belinin eğimine. Lütfen dokunma duyumun, yağ ve kas hatlarının olduğu bu noktalardan, derinin kapladığı sert yerlere aniden geçişini hissetmesini sağla. İçeride ilk katta lütfen oldukça iyi, kıvırcık at kılı kullan; belki bir eski koltuk ya da benzer bir şey almalısın; at kılını iyice temizlemelisin. Sonra üzerine, yumuşak ayva tüyleri, pamuk tıkalı keselerle kıçını ve memelerini yerleştirmelisin. Tüm bunların asıl amacı benim kucaklayabilmemi sağlaması! Acaba ağız açılabilir mi? İçinde diş ve dil yerleştirilebilir mi? Umarım mümkündür!”

    Hermine Moos’un uğraşısı altı ay sürdü. Sabırsız Oscar sürekli söyleniyordu, “Eğer bazı erkekler benim sahte kadınıma dokunmaya yeltenir hatta bakmayı bile denerse kıskançlıktan ölebilirim! Ne zaman ellerime alabileceğim?” Oscar aylar geçerken Hulda isimli bir hizmetçi kızı resimlerinde manken olarak kullanmaya başladı. Hulda,Oscar ne derse yapmasına, memelerini ve kasıklarını istediği açılarda sergilemesine rağmen, Oscar’ın aklını hazırlanmakta olan kukladan alamıyordu. “Kuklanın bir an önce ulaşması için büyük heyecan duyuyorum. Paris’ten elbiseler ve iç çamaşırı aldım. Şu Alma Mahler işinin bir an önce bitmesini istiyorum. Bir daha asla, asla bana bu kadar acı çektirmiş olan Pandora’nın ölümcül kutusunun kurbanı olmayayım.”

    Derken, 1919 Şubat ayında Alma Mahler Bebeği geldi. Oscar şöyle dedi: “Ateşli bir beklentiyle, Orpheus’nun Eurydice’i Yeraltı’ndan beklediği gibi, Alma Mahler’in oaketini açtım. Gün ışığında havaya kaldırdım, belleğimde saklı kalmış imgesi yeniden belirdi.”

    Hermine Moos, Alma Mahler kuklası üzerinde çalışırken

    Görüntüde tatmin olmuştu, lakin iş dokunmaya geldiğinde, kukla tüylerle bezendiğinden, büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve öfkesini Hermine Moos’a nefret mektupları yazarak gösterdi. “Gerçeklikle belirli bir mesafesinin olacağına her ne kadar kendimi hazırlamış olsam da, yaptığın kukla sana bir çok kez belirttiğim umutularım ve talep ettiklerimle zıt olmasıyla beni şok etti! Dış yüzeyi kutup ayısı gibi, bir kadının yumuşak ve hafif tenindense, sefil bir kıllı battaniye gibi. Neticede kuklayı giydiremiyorum bile. Biliyorsun ki amacım buydu. Bir çorap giydirmeyi denemek dahi bir Fransız dans ustasına kutup ayısıyla vals yapar mısın demeye benziyor!”

    Alma Mater – Kukla

    Oscar çözümün kendisinde olduğunu biliyordu. Tıpkı gerçek Alma’ya yaptığı gibi, kukla Alma’yı da çizip resmetmeye başladı. Hulda’ya kuklayla ilgili söylentiler yayması görevini verdi. Aralarında kuklaya “Sessiz Kadın” diyorlardı. Birlikte uzun yolculuklara çıkmaları, birlikte operaya gitmeleri, hatta kamuya pek açık olmayacak ama pek de lezzetli anların söylenmeden geçilemeyeceği söylentiler yürüdü gitti.

    Oskar Kokoschka, Kendi Portresi, 1921

    Bir kukla nereye dek gerçeğini yerini tutabilecekse, Alma Mahler kuklası fazlasını yaptı. Lakin kuklaların ömrünün insandan kısa olacağı anlar vardır. Oscar’ın arkadaşlarına açık ev partisinde, Dresden’de, aşk nefret ve arabesk nihayetine ulaşır. “Nihayet defalarca resmini yaptıktan sonra, onunla işim bitti. Arzumun iyileştirilmesini sağlamıştı. Bu yüzden büyük bir şampanya partisi verdim. oda müziği, arkadaşlar, Hulda’nın tüm o güzel elbiseleriyle birlikte sergilediği kukla da oradaydı. Partide, paramparça ettim ve kafasında şarap şisesi kırdım.”

    Partideki kukla – Alma isimli tiyatro oyunundan

    Oskar Kokoschka’nın kukla içeren resimleri üç farklı şekilde belirmiştir. Kukla bir sandalyede otururken, koltukta uzanırken ya da köpek veya tavşan gibi hayvanlarla birlikte poz vermişken. Partinin sabahında atölyeyi polis basar, cinayet ihbarı alınmıştır. Bahçede kan ve organ parçaları görenler vardır. Üzerinde geceden kalma oda orkestrası kıyafetleriyle Oscar iner ve “Evet” der, “Bu puslu havada, burada aslında bir cinayet işlendi, Alma’yı öldürdüm.”

  • Captain Cavern: İlkel Kaçak

    Captain Cavern: İlkel Kaçak

    Captain Cavern: İlkel Kaçak 18

    Söyleşi: Paskal Larsen
    Paris, Aralık 2011
    foutraque.com
    Türkçesi: Ebru Erbaş

    Fransa’nın underground grafik aleminin ele avuca sığmaz bir kişiliği ve sesi olan sanatçı Captain Cavern, 30 yıldan uzun zamandır pop, kübist ve saykodelik desenleriyle bakışlarımızı büyülüyor. Onun dünyasında küçük, yeşil adamlar halüsinasyonlar görüyor.

    Çizer, illüstratör ve ressam olan Captain’in bizi renkli, yüksek evrenlere taşımak için çizgi roman kahramanlarının tokmaklarıya kafamıza vurmasına gerek yok; onun mürekkepli kalemleri, kurşun kalemleri, keçeli kalemleri ve fırçaları var. Serbest figürasyon akımına (Di Rosa, Kriki, Kiki Picasso, Speedy Graphito) yakın duran Captain Cavern, tıpkı gemisine bağlı bir viking gibi, fırçasıyla grafik fanzinleri çevrelerinin bakir topraklarını sürüyor. 30 yıl boyunca, sınırlı sayıda çoğaltılan işlerden gazete bayilerinde satılanlara kadar, kağıda baskının tüm badirelerinden geçmiş sayılır. O “Do It Yourself” ruhunun kağıda uyarlamasının bir nevi hafızası.

    Captain; Paris’in gece kulüplerinde, barlarında ve tıpkı onun kalem darbesi gibi leke bırakan punk rock sound’una vakfedilmiş diğer işgal mekanlarında gerçekleşen konserlerde sık sık karşılaşırsınız onunla. Captain grafik sergilerinde, elinde bir kadehle ve hem eğlenceli hem de eleştirel olabilen zihniyle tartışırken de görülebilir. Zira Captain’in hoşuna gitmeyen bir sürü şey vardır! Çevresini saran tüm sanatçılara ve rock’çulara yağcılık yapacak bir tip değildir o, bir karakteri vardır. Ama her şeyden öte, o bir tutku insanıdır. Desen ve rock onun yaşam kaynaklarıdır. Desenin ve rock’un olmadığı bir gün yoktur onun hayatında. 


    Neden müstear ad olarak bir çizgi roman karakterini seçtin? Hanna & Barbera çizgi filmlerinin hayranı mısın?

    82’den 84’e kadar Der Pim Pam Poum isimli bir grupta saksafon çalıyordum. 1983’te Blank adlı grafik dergisine katıldım ve bu sayede daha sonraları Ripoulin Kardeşler ve  Placid ile Muzo olarak tanınacak tiplerle tanıştım. İlk çizimler Der Pim Pam Poum imzasıyla yayınlanıyordu ama sonra topluluk dağıldığından benim de başka bir şey bulmam gerekti. Önceleri D. Sonic (Duck Sonic) takma adını kullandım ve ilk kişisel grafik fanzinim olan Vertèbres Comics’i bu isimle yayınladım. Ama aynı dönemde Dominic Sonic de kendinden söz ettirmeye başlamıştı ve ben de Captain Cavern adını seçtim. Adı geçen çizgi romana özellikle bayılıyor değildim ama bu ismin hoşuma giden, tarih öncesi rock’a dair, ağır, şapşal bir tarafı vardı  (Primitive, The Crusher) ve bu bilhassa ahmak görünüşünün ardında, Yunan mitolojisinde ölülerin ruhlarını toplayan cehennemler gemisinin kaptanını çağırştırıyordu bu isim bana. Bu ismi ilk kez 1985 Mayıs’ında, Ripoulin Kardeşler’in Opera mahallesinde gerçekleştirdiği 4×3 bir korsan afişleme sırasında kullandım.

    Senin çizim dünyasına atılmaya iten ne oldu?

    Annem. Hayali moda desinatörü olmaktı ama hayat kendisini farklı bir mecraya savurmuştu. Dolayısıyla küçüklükten itibaren benimle birlikte resim yaparak tutkusunu bana aktardı. Sonrasında daha okumayı öğrenmeden çizgi romanları büyük bir açlıkla yalayıp yutmaya koyuldum. Olay örgüsünü ancak görsellere bakarak takip ediyordum ve tek çocuk olarak çizim, hayatımda gerçekten belirleyici oldu. Sadece bir kalem ve bir kağıtla önümde hayal dünyasının tüm imkanlarını açarak beni çevremi kuşatan sıkıntıdan kurtardı.

    Kendini nasıl tanımlıyorsun; grafiker, illüstratör, çizer, sanatçı?

    Benim açımdan çizimin temel önemine rağmen kendimi her şeyden önce bir kaçak olarak kabul ediyorum. Çizim de bana kaçış imkanı sunan ilk şeydi.

    Sanatçı bir ailede mi doğdun? Bir sanat ortamında mı büyüdün? 

    Kuşkusuz ki bu canavarı ailemin sanat alanında yaşadığı hüsran besledi.

    Sanat eğitimi aldın mı? Aldıysan okulda öğrendiğin teknikler işine yaradı mı? Yoksa kendi kendini mi yetiştirdin? 

    Çizimi toplumdan kaçmanın bir yolu olarak benimsediğimden, ergenlik çağlarımda bir sanat okuluna gitmenin beni yönlendiren ilkel gücü tehlikeye atabileceğini düşünüyordum. Ve ben de kendimi boşluğa saldım.

    Bize kariyerinin önemli aşamalarından, önemli anlarından bahsedebilir misin? Karşılaştığın insanlar, grafik çevrelerindeki yerin?

    1977’de Philippe Manœuvre’le tanışmak için Métal Hurlant dergisine gittim. Her iki girişimimde de baştan savıldığım için iki yıl boyunca çizmeyi bıraktım. 1980’de kendimi toparladım ve her gün çizim yapmaya zorladım. Belirttiğim gibi 83’te grafik fanzinleri çıkartan insanlarla tanıştım. 1984’te Xavier Veilhan sayesinde ilk çizimlerimi Zoulou’da yayınladım. Sonra Blank’ın kurucusu olan Jissé beni pentür yapmaya yönlendirdi. Serbest Figürasyon hareketinin fıkır fıkır kaynadığı zamanlardı.  Pentür bendeki cevheri açığa çıkarttı. Başlarda Nina Childress’den çok etkilenmiştim. Onun eseri olan televizyon yıldızlarının sinir bozucu portreleri, en eğlenceli konuların kapısını aralıyordu.

    Sen Bazooka ile birlikte grafik fanzinlerinde çizen/ editörlük yapan ilk sanatçılar arasındasın. Bize bu medyada, bu düşük tirajlı basılı mecrada hoşuna gidenin ne olduğunu söyleyebilirsin. Grafik fanzinlerinin 80’li yıllardan (Bazooka), 90’lara (Le Dernier Cri) oradan da günümüzde infografik alanındaki çok ileri yazılımlara kadar gelişimi hakkında ne düşünüyorsun? Yani kısaca bu underground basın/dergi/ fanzin ortamının neyini seviyorsun?

    İlk çizimlerimi grafik fanzinlerinde yayınlamam gayet doğal bir durumdu. Bununla birlikte Bazooka’ya daha 1976’da telefonla ulaşmıştım: “Çizerlerle görüşme yapmıyoruz.”
    Fanzinlerin sevdiğim tarafı, iki zımbayla tutturuluveren, gayet ucuz, salaş fotokopiler olmalarıydı. Bu şıpın işi halleri hoşuma gidiyordu, daha o zamanlarda kişisel üretim kasetlerde son derece gelişmiş olan ve sonrasında da grafik fanzinlerinde yaygınlaşacak olan elişi sanat objesi tarzı değil.

    Günümüzde grafik sanatlarına nasıl bakıyorsun? Hey gibi bir dergi hakkında ne düşünüyorsun?

    İşin şıklık tarafı beni dehşete düşürüyor.

    Biz 80’li yıllarda grafik çevrelerinin atmosferini anlatabilir misin? Zira sen Bazooka, Ripoulin Kardeşler, Speedy Graphito ile haşır neşir oldun. 

    Halen punk ve Do It Yourself patlamasının etkisi altındaydık. Bir takas ruhu vardı ve işbirlikleri yaygındı. Gerçek bir rekabet pek hissetmedim. Serbest figürasyon akımı sanatı daha da matraklaştırıyordu. Sanat pazarı, bir müddet için de olsa, bir özgürleşmenin mümkün olduğu yanılsamasını yansıtıyordu.

    Geçenlerde Bilan Provisoire 1 isimli yeni bir grafik dergisinin yapımında yer aldın. Bize bu sanat dergisini tanıtabilir misin, nasıl bir konsepti var ve senin nasıl bir katkın oldu? 

    Bilan Provisoire’ın ilginç tarafı, disiplinlerarası ve kuşaklararası bir dergi olarak Dada, Panique hareketi, benim kuşağım ve gençler arasında bir bağ kurması. Gerçek anlamda bir konsepti, teması, belirli bir yönelimi olmamasını da takdir ediyorum ama sanki bu değişecek gibi.

    Gazete bayilerinde satılan dergiler hakkında ne düşünüyorsun? NMPP sistemi “marjinal” dergiler açısından sürdürülebilir mi?

    Ben de Vertige adında, yedi sayı süren bir dergi çıkarttım (Editörün notu: 2005 Ekiminde, Paris’teki Art Factory’de bir sergisi gerçekleşti). Başlangıçta her katılımcıya ödeme yapılıyordu ama sonunda editör ortadan kaybolunca kimseye para verilemedi.  Journal de la Haute-Marne’ın rotatiflerinde, tabloit formatında basılmak rüya gibi bir şeydi.  En umulmadık bayilerde tesadüfen Vertige’le karşılaşmak mümkün olduğu gibi pekçok bayide aranıp bulunmadığı da oluyordu. Denize salınmış, kısa ömürlü bir mesaj şişesiydi o ama yine de Paris Turf’ün ya da Femme actuelle’in yanında onunla karşılaşmak eğlenceli sayılırdı.
    Ancak NMPP sistemi hiçbir zaman maceraperest yapılara pek uygun olmadı. Üstelik basının yaşadığı bozgun, süreç içinde giderek daha ağırlaştı. Buna karşılık dijital baskıda yaşanan ilerlemeler, internet ve birkaç cesur kitapçı üzerinden yayılan daha esnek bir üretimi destekledi.

    Senin çizim tarzın insana çocukluğu, “küçük mikileri” hatırlatıyor. Çocukluğun senin için bir ilham kaynağı mı? Çocukken neler okurdun, ne tür yayınları severdin? Kimleri örnek aldın, favori sanatçıların, çizerlerin kimlerdir?

    Çocukluğum, toplumsal yabancılaşmayla kıyasıya bir mücadeleden ibaretti ve bu durumun yol açtığı eksiklikler ve zorluklara rağmen gücümü de buradan alıyorum. Söylediğim gibi, daha okumayı öğrenmeden çizgi romanları yalayıp yutuyordum. Genellikle küçük formatlıydı bunlar (Blek, Akim, Tartine, Battler Britton…) ve ayrıca Mickey dergileri, Tenten dergileri (albümleri değil, onlar çok pahalıydı). Okuduğumu hatırladığım ilk kitap Oz Büyücüsü’ydü. O kadar hoşuma gitmişti ki bitirir bitirmez tekrar okumuştum.

    Televizyonda Pierre Tchernia’nın sunduğu Jeux du jeudi programına bayılırdım; sonunda Club Mickey ve Zorro olurdu. Ayrıca Cinq dernières minutes programının da büyük bir hayranıydım ve Raymond Souplex’in ölümüne kadar takip ettim. Ve sonra tabii Belphegor, Les Shadoks, Le Prisonnier

    Hayatımı değiştiren iki görsel şok yaşadım: 1974’te Kraftwerk’in Autobahn albümünün kapağı ve 1975’ten itibaren de Bazooka grubu. O noktadan sonra işin esasına dalmak gerektiğini hissettim.

    Sen Picsou magazine’de de çalıştın. Bize bu deneyimden bahsedebilir misin?

    Küçük bir düzeltme: Ben Picsou Magazine’in eki olan ve baş editörlüğünü Charlie Schlingo’nun yaptığı Coin-Coin’da çalıştım. (Editör notu: Schlingo, Profesör Choron’nun arkadaşıydı ve lanetli Hara-Kiri’de çizmişti).

    Tarzına geri dönersek, ben senin işlerindeki pop renkleri çok seviyorum. Bize işin tekniğinden bahsedebilir misin? Nelerden ilham alırsın? Kendini Di Rosa gibi sanatçıların serbest figürasyon hareketine yakın hissediyor musun?

    Başlıca ilham kaynaklarımdan biri de Villemot, Savignac, Jean Carlu gibi sanatçıların 50’li yıllarda ürettikleri reklamlar oldu. Bu görsellerdeki yaşam sevinci, basitlik, savaş sonrası dönemin coşkusu hoşuma gidiyordu. Giscard’lı yılların hıncıyla karışık bu neşe ve onları kuşatan belli bir siyahlık pentürlerimin renkleri oldu.

    Sen Art Brut’ü de seviyorsun. Bu akım senin için bir ilham kaynağı sayılır mı? 

    Televizyon yayınlarında keşfettiğim Le facteur Cheval ve Picassiette, basit bir hayalden yola çıkarak dünyaya meydan okunabileceğinin kanıtlarıydı. Art Brut’te muzaffer olmuş aykırı tiplerin örneklerini buldum. Ancak bazı Art Brut severlerin ve özellikle de hiçbir kitabının sonunu getiremediğim Jean Dubuffet’in diktatörlük yanlısı ve sekter yönlerini keşfedince kuşkuya kapıldım.

    İster çağdaş ister eski olsun, kurumsal sanatla savaş halinde olmadığımı da belirtmek isterim. Marka, sadece sanatçının ultra şifreli niyetinin sezilebildiği bir salonun boşluğu kadar dehşete düşürmüyor beni.

    Punk-rock’ı ve endüstriyel brutal müziği de seviyorsun. Rock müziği, onun evreni, konserleri senin çalışmalarını etkiliyor mu? 

    17 yaşımdan önce müzik dinlemezdim. Bir akşam televizyonda Dossiers de l’écran programını izlerken Blackboard Jungle filminin jenerik müziği olan, Bill Haley’in Rock Around the Clock şarkısına denk geldim. Beni tetikleyen bu oldu. Çok geçmeden Gene Vincent’ı, Velvet Underground’u ve Alman rock’unu (bilhassa Kraftwerk, Neu! ve Cluster) keşfettim ve hayran oldum. Ve sonra da devamı geldi.

    19 yaşımda ilkel bir free punk endüstriyel tarzda saksafon çalmaya başladım. O zamanlar her şeyin birden yapılabileceği düşünülüyordu ve hatta şimdi hala bile bu düşünce geçerli ama bence bu bir hata. Yine de kötü de olsa müzik yapmak bana imgeleri kavramsallaştırmanın farklı bir yolunu kazandırdı. Ve bence imgelerin bu müzikalitesi temel önemde.

  • Thomas Bernhard – Nereye bakarsak bakalım devlet ölüleri görürüz

    Thomas Bernhard – Nereye bakarsak bakalım devlet ölüleri görürüz

    Reger’le Sanat Tarihi Müzesi’nde saat on bir buçukta sözleşmiş olmama karşın, uzun zamandan bu yana kararlaştırdığım üzere, onu bir kez olabildiğince uygun bir açıdan, tedirgin olmadan gözlemleyebilmek için saat on buçukta oradaydım, diye yazıyor Atzbacher. Onun, Bordone Salonu’nda Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam’ının karşısında, kadife kaplı bankın üzerinde öğleden önceleri tutulmuş yeri olduğundan, ki dün bana orada Fırtına Sonatı’nı açıkladıktan sonra Füg Sanatı üzerine, Bach öncesinden Schumann sonrasına kadar diye adlandırarak verdiği konferansı sürdürdü ve bu arada giderek Bach’dan değil de daha çok Mozart’tan söz etme keyfine kapıldı, ben, Sebastiano Salonu’nda durmalıydım; hiç hoşlanmadığım halde Tiziano’ya tahammül etmek zorunda kalarak, Reger’i Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam’ının önünde gözlemleyebilmek için, hem de ayakta durarak, ki bu kötü bir durum sayılmazdı, çünkü ben oturmaktan çok ayakta durmayı yeğlerim, özellikle de insanları gözlemlerken ve oldum olası insanları ayakta oturarak olduğundan daha iyi gözlemlemişimdir, Sebastiano Salonu’ndan Bordone Salonu’na bakarken en iyi görüş açısını kullanarak gerçekten de bankın arkalığının bile engelleyemediği Reger’in profilini, dün gece çıkan fırtınadan mutlaka etkilenmiş olarak siyah şapkasını başından hiç çıkartmadan oturduğu halde görebildim, yani Reger’in tamamen bana dönük olan sol profilini, böylece Reger’i bir kez hiç tedirgin edilmeden gözlemleme kararım başarılı olmuştu. Reger (kışlık paltosu içinde) dizlerinin arasına sıkıştırılmış bastonuna dayanarak, bana göründüğüne göre tamamen Beyaz Sakallı Adam’ı seyretmeye yoğunlaşmış olduğundan, Reger’i gözlemlerken yakalanma korkum asla yoktu. Salon hizmetlisi Irrsigler (Jenö!), ki Reger’le onu otuz yılı aşkın bir ahbaplık bağlıyordu ve ben de (yirmi yılı aşkın bir süre) onunla bugüne kadar iyi bir ilişki içindeydim, yaptığım bir el hareketiyle Reger’i bir kez olsun tedirgin edilmeden gözlemleme isteğimden haberdar olmuştu ve bir saat şaşmazlığı içinde her göründüğünde, sanki ben orada yokmuşum gibi davrandı, tıpkı o, yani Irrsigler, görevini yerine getirerek, girişin ücretsiz olduğu bu cumartesi günü anlaşılmaz derecede az olan galeri ziyaretçilerini, o bildik, ama onu tanımayanların sevimsiz buldukları biçimde kontrol ederken Reger orada değilmiş gibi davrandığı gibi. Irrsigler, bilindiği üzere tüm münasebetsizliklerle donanmış müze ziyaretçilerini ürkütmek için müzelerdeki bekçilerin kullandıkları usandırıcı bakışa sahip; onun ansızın ve hiç ses çıkartmadan herhangi bir salonun köşesinden çıkagelip kontrol yapması onu tanımayanlar için gerçekten mide bulandırıcı; gri, kötü dikilmiş, ama sonsuzluğa kadar alınyazısı olmuş üniforması, siyah, büyük düğmelerle iliklenmiş olmasına rağmen, cılız gövdesinden aşağıya tıpkı bir giysi askısından sarkar gibi sarkıyor ve aynı gri kumaştan dikilmiş başındaki armalı kasketiyle devlet tarafından görevlendirilmiş sanat yapıtları muhafızından çok, cezaevlerindeki gardiyanlara benziyor. Irrsigler, onu tanıdığımdan beri hep aynı solgunlukta, oysa hasta değil ve Reger onu onlarca yıldan beri otuz beş yıldır Sanat Tarihi Müzesi’nde görev yapan bir devlet ölüsü diye adlandırıyor. Otuz altı yıldan daha fazla bir zamandan beri Sanat Tarihi Müzesi’ne gelen Reger, Irrsigler’i göreve başladığı ilk günden beri tanıyor ve onunla tamamen dostça bir ilişki içinde bulunuyor. Bordone Salonu’ndaki bankı sonsuza kadar garantilemek için yalnızca ufak bir rüşvet vermem gerekti demişti Reger yıllar önce. Reger, Irrsigler’le otuz yıldan bu yana ikisi için alışkanlık haline gelen bir ilişkiye girdi. Reger Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam’ıyla yalnız kalmak istediğinde, ki seyrek değildi bu, Irrsigler Bordone Salonu’nu ziyaretçilere kendiliğinden kapatır, sonra kendisi hemen koridorda dikilir ve kimseyi geçirmez. Reger’in bir el işareti yapması yeterlidir, Irrsigler Bordone Salonu’nu kapatır, Bordone Salonu’nda ayakta duran ziyaretçileri Bordone Salonu’ndan dışarıya çıkartmaktan çekinmez, Reger öyle istediği için. Irrsigler, Bruck an der Leitha’da marangozluk eğitimini tamamlamış, marangoz çıraklığını almadan hemen önce polis olmak için marangozluktan vazgeçmiş. Polis örgütü Irrsigler’i fiziksel zayıflıktan ötürü reddetmiş. Yirmidört yılından beri Sanat Tarihi Müzesi’nde bekçi olan bir dayısı, ona Sanat Tarihi Müzesi’ndeki, Irrsigler’in dediğine göre en az paralı, ama en emin işi bulmuş. Irrsigler polis örgütüne de, sırf polislik mesleğinde de giysi sorunu çözülür göründüğü için girmek istemiş. Yaşam boyu aynı giysinin içine girmek ve bu yaşam boyu giysiyi devlet sunduğu için kendi parasıyla ödemek zorunda kalmamak ona ideal görünmüş, onu Sanat Tarihi Müzesi’ne getiren dayısı da böyle düşündüğünden bu idealle ilgili olarak poliste ya da Sanat Tarihi Müzesi’nde işe girmesi açısından bir ayrım olmamış, gerçekten de polis daha fazla ödüyormuş, ama Sanat Tarihi Müzesi’ndeki iş buna karşılık polis hizmeti ile karşılaştırılamazmış, Sanat Tarihi Müzesi’ndeki işten daha çok sorumlu, ama aynı zamanda da daha kolay bir hizmeti Irrsigler düşünemezmiş. Polislik hizmeti her gün yaşamsal tehlike, Sanat Tarihi Müzesi’ndeki iş ise tehlikesizmiş, diyor Irrsigler. Mesleğindeki tekdüzeliği düşünmemek gerekirmiş, o bu tekdüzeliği seviyormuş. Günde kırkla elli kilometre arası yürüyormuş ki bu sağlığı için, örneğin polislik işinde ana meşgalenin sert bir büro koltuğunda ömür boyu oturmaktan oluşmasından çok daha yararlıymış. Normal insanlar yerine müze ziyaretçilerini daha severek izlermiş, çünkü müze ziyaretçileri ne de olsa sanat zevki olan, daha yüksek kişilermiş.

    Çeviri: Sezer Duru

  • Johan August Strindberg: Baba’dan [Bütün ev silahlanmış bulunuyor]

    Johan August Strindberg: Baba’dan [Bütün ev silahlanmış bulunuyor]

    RAHİP : Sen Bertha konusunda ne yapmak istiyorsun ki bir türlü anlaşamıyorsunuz? Uzlaşma yolu yok mu?

    YÜZBAŞI : Onu olağanüstü bir varlık yapmak, ya da kendi kalıbıma dökmek istiyorum sanma. Kızıma pezevenklik edip onu evlenme pazarına uygun biri olarak yetiştirmek niyetinde değilim. Çünkü, sonunda evlenemezse, yaşamak bir dert olur kendisi için. Öte yandan, uzun bir yetişme dönemini gerektiren bir erkek mesleğine girmesini de istemiyorum, çünkü evlendi mi hepsi boşa gider.

    RAHİP : Peki, niyetin ne?

    YÜZBAŞI : Öğretmen olmasını istiyorum. Evlenmezse, kendi başının çaresine bakabilir; hiç değilse, kendi kazançlarıyla ailelerini geçindirmek zorunda kalan o zavallı öğretmenlerden geri kalmaz. Evlenecek olursa, kendi çocuklarını eğitir. Doğru düşünmüyor muyum?

    RAHİP : Doğru düşünüyorsun, evet, ama kızdaki o sanat yeteneği ne olacak? Körlenirse, yazık olmaz mı?

    YÜZBAŞI : Hayır. Denemelerini, ünlü bir ressama göstermiştim: “Bunlar okulda öğrenilen cinsten şeyler ancak,” demişti. Derken züppenin biri geldi bu yaz, sözde daha iyi anlarmış bu işlerden: “Kızınız dahi,” dedi; bunun üzerine davayı Laura kazandı.

    RAHİP : Adam kıza âşık mıydı?

    YÜZBAŞI : Hiç şüphem yok.

    RAHİP : Öyleyse Tanrı yardımcın olsun dostum, çünkü ben hiçbir çıkar yol göremiyorum. Ama çok can sıkıcı bir şey bu; bana öyle geliyor ki, Laura’yı destekleyenler de var… (Öbür odaları göstererek) Orada.

    YÜZBAŞI : Bundan emin olabilirsin. Bütün ev silahlanmış bulunuyor; laf aramızda, öbür tarafın savaş yöntemi hiç de yiğitçe değil.

    RAHİP (kalkarak): Bilmez miyim sanıyorsun?

    YÜZBAŞI : Sen de mi?

    RAHİP : Ne sandın ya!


    Johan August Strindberg
    (d. 22 Ocak 1849, Stockholm –ö. 14 Mayıs 1912, Stockholm) İsveçli oyun yazarı, romancı.

    Oyunları, romanları ve kısa öyküleriyle tanınır. Yaklaşık yarısı tiyatro oyunu olan 120 kadar eser üreten Strindberg, Avrupa ve Amerikan tiyatrosu üzerinde büyük etkisi olmuş bir yazardır. Toplumsal eleştiriler içeren ve bir yandan da kadın-erkek çatışmasını konu edinen oyunlar yazmıştır; Bayan Julie, Ölüm Dansı, Rüya Oyunu, Hayalet Sonatı gibi oyunları günümüzde de dünya sahnelerinde sıklıkla oynanır.

    Strindberg edebiyatçılığının yanı sıra astronomi, kimya, zooloji gibi bilimlerle amatör olarak ilgilenen bir bilimadamı; fotoğrafçılık, resim, sinoloji (Çinbilimi) ile uğraşan çok yönlü bir kişi idi. 100. ölüm yıldönümü olan 2012, “Strindberg yılı” ilan edilerek çeşitli etkinliklere vesile olmuştur.

  • Alejandro Zambra – Ağaçların Özel Hayatı’ndan

    Alejandro Zambra – Ağaçların Özel Hayatı’ndan

    Tam şu anda, parkın yalnızlığına sığınmış ağaçlar, iki kişinin dostluk işareti olarak kabuğuna isimlerini kazıdıkları bir meşe ağacının talihsizliğinden bahsediyor. Kavak, Kimse senin rızan olmadan üzerine bir dövme yapma hakkına sahip değildir, diye atılıyor, baobapsa daha kızgın: Meşe içler acısı bir vandalizmin kurbanı oldu. O insanlar bir cezayı hak ediyor. Onlar hak ettikleri cezayı bulana kadar mücadele etmekten geri durmayacağım. Yakalarından düşmeyecek, yeri, göğü, denizi arşınlayacağım.

    Kız en ufak bir uyku belirtisi olmadan, zevkle kahkaha atıyor. Zor sorular soruyor, asla tek bir soru değil, en azından iki ya da üç, hem de telaşla, acilen cevaplanması gereken sorular: Vandalizm nedir Julián? Bana bir bardak limonata getirebilir misin, üç şekerli? Annemle sen dostluk işareti olarak bir ağacın gövdesini kazıdınız mı hiç?

    Julián sabırla, soruların sırasını bozmamaya gayret ederek cevap veriyor: Vandalizm vandalların yaptığı şeydir, vandallar sırf zarar vermekten zevk aldıkları için zarar veren kimselerdir. Ve evet, elbette sana bir bardak limonata getirebilirim. Ve hayır, annenle ben asla bir ağacın gövdesine isimlerimizi kazımadık.


    Alejandro Zambra

    1975’te Şili’de doğdu. İspanyol edebiyatı ve filoloji okudu. Etkilendiği yazarlar arasında Jose Santos Gonzalez Vera ile Juan Emar’ı sayan Zambra, ilk romanı Bonsâi (2006) ile çeşitli ödüller kazandı. Cristian Jimenez tarafından sinemaya uyarlanan Bonsâi (2011) Cannes Film Festivali’nde ve İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. 2010 yılında Granta’nın İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösterdiği Zambra El Mercurio, La Tercera, The Clinic ve El Pals gazetelerinde yazdı. Regina’da yaşıyor ve Santiago’daki Diego Portales Üniversitesi`nde edebiyat dersleri veriyor. Bahia Inutil (1998) ve Mudanza (2003) adlı şiir kitaplarının yanı sıra No leer (2010) adlı bir deneme kitabı ile Facsfmil (2014) adlı deneysel bir kitabı var. Notos Kitap’ta yayımlanan öteki romanları: Bonzai, Eve Dönmenin Yolları. Öykü kitabı Mis documentos (2013) da Notos Kitap tarafından yayına hazırlanıyor.

    Çiğdem Öztürk

    1978 İstanbul doğumlu. Adam Yayınları’nın ve Adam Öykü, Adam Sanat, Pazartesi, Roll, Express, Bir+ Bir dergilerinin mutfağında çalıştı. Çevirdiği kitaplar arasında Küba’da Sosyalizm ve İnsan (Ernesto Che Guevara), Tavşan Deliğinde Fiesta (Juan Pablo Villalobos), Bonzai ve Eve Dönmenin Yolları (Alejandro Zambra) bulunuyor.

  • Ahmet Hamdi Tanpınar [Bize göre hürriyet meselesi]

    Ahmet Hamdi Tanpınar [Bize göre hürriyet meselesi]

    Yukarda hayatımın sıkıntılarından birkaç defa bahsettim. Hatıralarım ilerledikçe okuyucularım ömrüm boyunca ihtiyaç ve mahrumiyetin âdeta ikinci bir deri gibi vücuduma yapışmış olarak dolaştığımı göreceklerdir. Fakat hiç de saadet denen şeyi tatmadım diyemem.

    Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde ve etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde– zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun bellibaşlı imtiyazı hürriyetti.

    Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manâsında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manâsını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık.

    Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.

    Nihayet şu kanaate vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, –haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!– bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kâfi geliyor.

    Hayır, benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir. Evvelâ, burası zannımca en mühimdir, onu bana hiç kimse vermedi. Bu sızdırılmış altın külçesini birdenbire kendi içimde buldum. Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi. Ve bir defa için buldum. Bulduğum günden beri de küçücük hayatım, fakir evimiz, etrafımızdaki insanlar, her şey değişti. Vakıa sonraları ben de onu kaybettim. Fakat ne olursa olsun bana temin ettiği şeyler hayatımın en büyük hazinesi oldular. Ne dünkü sefaletim, ne bugünkü refahım, hiçbir şey onun mucizesiyle doldurduğu seneleri benden bir daha alamadılar. O bana hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeye aldırmadan yaşamayı öğretti.

    Lüzumsuz hiçbir şeyin peşinde koşmadım. Hiçbir ihtirasın peşinde beyhude yere emek sarf etmedim. Hiçbir zaman sınıfımızın birincisi veya ikincisi, hattâ yirmincisi olmak istemedim.

    Fatih Rüştiyesindeki sınıfımızın kalabalık mevcudu bana, etrafımdaki yarışı en geri sıralardan, isterseniz buna kral locası deyin, seyretmek imkânını verdi. İnsan işlerine uzaktan bakmayı oradan öğrendim.

    Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim. Ne yeni, süslü elbiselerim, ne su geçmez potinim, ne sıcak paltom vardı. Daima diz kapaklarım yamalı, daima dirseklerim biraz dışarıya fırlamış gezdim. Hiç kimse mektebe giderken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşam üstü yolumu dört gözle beklediler. Hattâ eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı. Bununla beraber mesuttum. Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım. Mevsimler, insanlar, hayvanlar, eşya en munis, en değişik yüzleriyle benimdiler.

    Günde iki defa Edirnekapı ile Fatih arasındaki yolun en uzun zaman içinde, her adımı ayrı ayrı hayaller peşinde atarak, gider gelirdim. Vakıa on yaşlarıma doğru bu mesut hayatı bir ihtiras bulandırdı. Dayımın sünnet hediyesi olarak verdiği saatle hayatımın ahengi biraz bozulur gibi oldu. Bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir. Bununla beraber mesut yaradılışım onun hayatımı büsbütün çığrından çıkarmasına mâni oldu. Bilakis ona bir istikamet verdi. Yani hayatım onunla şekil aldı. Belki de bana hürriyetin asıl kapısını o açtı.

  • Gösterim ve Konuşma: Themroc, Claude Faraldo

    Gösterim ve Konuşma: Themroc, Claude Faraldo

    Faraldo’nun Themroc’u, ele aldığı ideal “sapma”dan söz ederken konuşmamayı tercih ediyor; ancak bu tercihin konuşmayı başlatıcı bir tarafı var. Bir bakıma, güçlü bir ideolojik/sınıfsal eleştiri için kelimelerin temsil gücünü çok aşan bir küçük şoklar düzeni kuruyor.

    Bugün 91 yaşındaki Michel Piccoli, en akılda kalan rollerinden birinde, hayatını “yıkıp” yeniden “kurma” içgüdüsünü izleyen bir işçiyi canlandırıyor. İşçi, olmayan diline veda ediyor, dairesinin yönünü değiştiriyor, beslenme tercihini kolluk kuvvetlerinden yana kullanıyor, hiçbir öneride bulunmadan bir öneri haline gelen varlığı giderek çevresini de patlatıyor, olaylar gelişiyor. Minör yenidalgaların görece olarak bilinen örneklerinden birinde “emek” kategorisine bir de bu yönden bakmak için yol ve zihin açıcı bir “yıkma emeği”.

    Fütüristika! ile ortak planlanan gösterimi müteakip filmin hissettirdikleri/çağrıştırdıkları üzerine Barış Y. ve Ozan K. “konuşacaklar”.

    Avam Kahvesi Kadıköy

  • Alain Mascarou’yla Bilge Karasu hakkında: ‘Farklılığı yaşamayı bilmek’

    Alain Mascarou’yla Bilge Karasu hakkında: ‘Farklılığı yaşamayı bilmek’

    [Barış Yarsel/Fütüristika!] Bilge Karasu ile 1983 yılında tanıştınız diye biliyoruz. Nasıl tanıştınız ve arkadaşlığınız nasıl ilerledi, biraz anlatır mısınız? Bilge Karasu’nun metinlerini çevirmeniz nasıl gerçekleşti?

    [Alain Mascarou]: 1983 baharında Ankara’da tanışmamızdan itibaren, 1988 Ağustos’undaki gidişime kadar yakın çevresinde yer aldım; şehrin sokaklarında yürüyüşler, Ulus ‘Hali’nden ev alışverişi, arkadaş ziyaretleri, Stark’lar, ressam, müzisyen ve yazar Ertuğrul Oğuz Fırat, Tacar’lar. Opera’da, Alman Kültür Merkezi’nde konserler, Fransız Kültür’de sinema, en sık da evinde çay eşliğinde sohbetler, kelime oyunlarının izinden gidecek olursak ‘çaylanmış’ sohbetler… Cezbedici, nükteli, uyarıcı, sohbette ‘zıplayış ve sıçrayışlarla’ ilerleyen bir zihin, şevkati aydınlık, özenli, gönül okşayıcı, öteki algısı her an tetikte (‘farklılığın yapıcı olabilecek özelliğini yaşamayı bilmek’) bir arkadaş, konu ister para, ister maneviyat, ister bir kelimenin anlamı olsun, her açıdan titiz bir insan.

    Beni işe koştu: arkadaşı İffet Aslan’ın 23 Nisan Çocuk Bayramı broşürünün ve Turan Erol’un Selman Pınar’ın kitabı için yazdığı, Türk resmiyle ilgili birkaç sayfalık yazısınının çevirileri… 83 Haziranı’nda, Autrement’nun ‘İstanbul, zafer ve sapmalar ‘ sayısını yöneten Semih Vaner’in isteğiyle Karanlık Bir Yalı Üzerine Bir Metin’in çevirisi üzerinde çalıştık saatler boyunca. Kısa bir süre sonra, kendisiyle tanıştıktan birkaç gün sonra yine Fransız Kültür Merkezi’nde tanışmış olduğum Serra Yılmaz’la beraber Gece’yi çevirmeye koyulmamı Anafartalar Caddesi’nde bir işkembecide teklif etmişti. Serra da aynı şeyi önermişti. Serra’yla oluşturduğumuz versiyonu gözden geçirmek Bilge’yle beni uzun akşamlar boyunca meşgul etti – sokakların kar altında olduğu bir yeni yıl gecesi çalışmamız telefon görüşmeleriyle neşeyle bölündü: Paris’ten, Brüksel’den vs. gelen telefonlarla…

    Serra Yılmaz’la beraber Gece’yi çevirmeye koyulmamı Anafartalar Caddesi’nde bir işkembecide teklif etmişti.

    Paris’e dönüşümden sonra çok düzenli olarak yazıştık; eğlenen, duygulu, düşünceli, her zaman özgür, olaylarla ilgili düşünceleri bazı desenlerin çizilmesiyle, hatta bir sonraki eserin müsveddesinin oluşmasıyla sonuçlanıyordu. Sonraki yıllarda, pek çok kez geldim Ankara’ya, başka metinler üstünde çalıştık, özellikle de son sayfalarını oluşturuşunu izlediğim Kılavuz’un çevirisi üstünde. Onu en son 1995 Şubatında ziyaret ettim. Çevirmek ihanet etmektir sözü doğruysa, onu ölümünden sonra çevirmek, paradoks içeren bir sadakat göstergesi şüphesiz; aynı zamanda sohbeti sürdürmenin bir yolu. ‘Yeni yollar keşfetmek’ (tuhaftır, kendisine yapılacak girişimi açıklayan cerrahın kullandığı imgeydi bu) konusundaki başarısı nedeniyle sürprizi eksik olmayan bir sohbet.

    Fransa’da 2012 yılında Quai Branly Müzesi’nde düzenlenen bir konferansta Bilge Karasu’nun sürgünlüğünden, kendisinin “iç yabancı” kelimesini kullanarak bahsettiniz. Konferansta olmayanlar için, bunu biraz açıklayabilir misiniz?

    12 Eylül 1980 darbesini izleyen demir grisi yıllarda, eseri ve adamı beraber, aynı süreçte keşfettim. Onu Gece’deki ‘Düzeltmenin’ yalnızlığıyla özdeşleştirdim: entelektüel, sanatsal, diplomatik çevrelerde son derece zengin ve yoğun arkadaşlık ağına, düzenli yazışmalara, Türk veya yabancı, tanınmış-tanınmamış ziyaretçilerinin sadakatine rağmen, temel, neredeyse özüne ait zihinsel bir inziva içindeymiş hissi veriyordu. Yaratıcılığını bulduğu yerdi orası (şehrin sustuğu saatlerde yazmayı sevmek, Jean Genet’den aldığı Gece başlığının ‘Nöbetçisi’ olmak), orada doğasının bir parçası endişe nedeniyle azalan güç, hassas sağlığından kaynaklanan endişeler, ciddi migren krizleri, maddi güvencesizlik, T.R.T’den gerekçe gösterilmeden çıkarılışında olduğu gibi mesleki dertler, zoraki taşınmalar vardı ve özellikle de eleştirinin sanatı önüne diktiğini düşündüğü 28/07/85 Haluk Aker’e yazdığı mektupta (Halûk’a Mektuplar) sözünü ettiği ‘Susma duvarı’ veya anlamama duvarı.

    Bununla beraber, bu zor senelerde de, daha sonra da göç etmeyi hiç düşünmedi, kendininkinden, kendi Türkçesinden başka dilde yazmayı da. Tamamen kayıtsız kalmamakla beraber çelişkilerini bildiği, dışarıya dönük bir adanmayı umursamıyordu pek: ’Hangi kültür oluştuğu sırada şu ya da bu yabancıya hoş görünüp görünmeyeceğini dikkate alır’ […] ‘Türk yazarı, diğer tüm yazarlar gibi, diğer ülkelerde tanınmak ve/veya takdir edilmekten memnun olur ama bir ‘Avrupa galerisinin’ duvarındaki yerini Fransız okuyucusunun hoşuna giderek elde edebileceğini umut etmez’

    Bilge Karasu, okurunu şekillendiren, bir anlamda onu yaratan bir yazardı denebilir. Fransızca’da okurlar kendisine ne derece ulaştı? Türkiye’de edebiyat eleştirisinde yer bulması uzun zaman almıştı.

    ‘Kolonyal’ bağlantılardan da söz ettiği adı geçen mektupta, Bilge’nin değindiği gibi, yazarlar, uluslararası itibar arayışı içinde, dış kriterleri benimsemeyi kendileri isteyebilirler. Ancak bunu reddettiklerinde bile, çevirinin eseri, hedef dilin  belirlediği başkalığa indirgeme riski vardır.

    Frankofon okuyucu açısından Bilge Karasu’yu okumakta bir başka engel de budur. Dünya edebiyatları arasından gelip geçmeye ‘izinlilerin’ bakış açısı da ekleniyor buna. Özellikle Fransa’da, Bilge’ye evvelce Türkiye’de yapıştırılmış olan etiket kullanılarak ‘Deneysel edebiyat’ sınıfına sokuldu kendisi azıcık tembelce. Büyük bir Flaubert, Proust, Yourcenar okuyucusuydu, Celine okuyordu. Kendisinin de Celine gibi, incelikli yazı özelliğiyle, okuyucuyu bile isteye karşıt anlama ittiğini düşünebiliriz. Son derece ilginçtir ki, Fransızca çevirisiyle ilgili, kendisini ‘ biçemci olmasına rağmen, rahatlıkla başka niyetleri de olabilecek bir yazar’ olarak tanımlayarak, şüphe uyandırıyor.

    Çağdaş yaratı zekasıyla Batılı olduğu, yaratının biçimsel yenilenmesinde, bir Claude Simon veya Julio Cortazar’ın yanında yer aldığı söylenebilir elbette; masal, analoji, mit tadıyla, kronoloji dışı bir zamanın arabesque’leri hissinin ortaya çıkardığı ise, bir o kadar Doğulu hayal gücü.

    Bununla beraber bu kategorilerden, çok çeşitli kültürel aralıklarda birden çok portede çalma konusundaki vitüözlüğüyle sıyrılıyor. Jean Nicolas’ya ‘Yaşamsal bir imgeye dönüştü’ğünü yazdığı (27/02/70) Dumézil okumasıyla da şüphesiz desteklenen, arkaik Triskelion sembolüne olan ilgisi gibi. Bizans sitesine şiirsel bakışında Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ve Boğazici Üzerine Bir Ön-Metin açıkça görülüyor bu referans. Sevilmek’te ve Judas figürü aracılığıyla Altı Ay Bir Güz’deki aşk üçgeni sorgulamasında olduğu gibi.

    Bu özellik, Yourcenar’a (Bir Ölüm Bağışlamak) ve Kadın Aşık Olursa’nın da yazarı D-H. Lawrence’a duyduğu ilginin nedenlerine eklenmelidir belki; The Man Who Died [Ölen Adam] çevirisinde, içindeki mit aşılayıcısı, Yeni Ahit’in ikon düşmanı fidesini, Isis ve Ressuscite’nin tensel birliğini sevmiş olmalı. Salt tarz alıştırmalarının epey uzağına düştük.

    Kültürlerarasılığa bağlı bunca tümsek ’susma duvarı’nın yer değiştirmiş oluşunu açıklıyor. La Nuit’nin [Gece]’nin Fransa’da yayımlanması sırasında kendisi de saptıyor bunu:

    ‘’Evde, baskını ve ‘toplanmayı’ bekleyerek geçirdiğimiz, sonraki gün uzun tutuklama listelerinin yayımlandığı sokağa çıkma yasaklı senelerden mi söz etmek gerekiyordu ilgi gösterilmesi için?’ Bu insani ve insan haklarıcı ilgi, hastalıklı bir havaya bürünmeye başlıyor düşününce’.

    Duvarı, genç araştırmacı Barbara Coffy’nin yenilikçi okuması aşıyor. Gece’nin Fransızca çevirisi La Nuit okumasını, Michel Foucault’nun ihlal ve onun sınırla ‘sarmal ilişki’ analizleriyle karşılaştırınca, metnin ‘endişe verici yabancılığı’ yani rasyonel kategorilerin zora sokulmasını (belirtiyor); bu şekilde anlaşılan kavramı modernlik belirtisi haline getiriyor.

    Böyle bir okuma sistemi, ilk sayfalardaki şiirle daha sonra dağılan anlatım arasındaki tezat ve ‘soyutlama yazısı’ ile ‘somut olanı yazma’ arasında sürdürülen tereddüt açısından eleştirilebilecek olan (1993’te bana ulaşan bir Fransız okuyucunun mektubunu referans alıyorum) anlatım bütünlüğünü görünür kılar. Oysa Barbara Coffy işte tam da bu tereddütü ‘Gece’yi, salt ütopik veya distopik olmaktan çok heterotopik bir kaçış çizgisi, yazı çalışması, okuma çalışması’ olarak ele alıp eserin merkezi haline getiriyor. Bu ele alış, değindiğim Gece okuyucusunun hayal kırıklığının nedenini açıkladığı gibi, eserin tamamını kucaklamanın zorluğunu, bunun kaynağını da ortaya çıkarıyor.

    Mektubu aldığında Bilge Karasu olan biteni anlıyordu kuşkusuz: ‘Ötekini ancak kendimize göre tanıyoruz’. Ayrıca, içinde bulunduğumuz dönemde bir eserin kendini ortaya koymasının güçlüğünün de gayet bilincindeydi. Ona Kenneth White’ın T.S. Eliot’un ‘yoğun, güçlü eserinin’ ‘nüfuzu’ ile ilgili sözlerini naklettiğimde :’ ‘Her şeyden’ o kadar çok gördük, ‘yenilik’ ve ‘farklılığa’ o kadar doyduk ki bu güçlü eserin, bu tür nüfüzun giderek daha imkansız hale geldiği bir dünyada ‘nüfuz’ sahibi olma şansı gerçekten çok düşük. Sabırlı bir çalışma, bir gün, bu eserin ‘açılmasını’ sağlayabilir (K.W’nin istediği bu olabilir mi?); ama nüfuz ancak zamanla yerleşir.

    "Bilge, bana gönderdiği bu fotoğrafı hakkında: ‘Mehmet, iğneme tam ipliği geçirecekken, iğne ve ipliğin havalanıp buharlaşmasına duyduğum şaşkınlığı yansıttığını düşünüyor’ demişti."
    “Bilge, bana gönderdiği bu fotoğrafı hakkında: ‘Mehmet, iğneme tam ipliği geçirecekken, iğne ve ipliğin havalanıp buharlaşmasına duyduğum şaşkınlığı yansıttığını düşünüyor’ demişti.”

    Gece’nin Fransızcaya çevrilmesinde Serra Yılmaz ile çalıştınız. Bildiğimiz kadarıyla Bilge Karasu da çeviride yer aldı. Çeviri çalışması hakkında, Bilge Karasu’nun Fransızca bildiğini de düşünürsek, neler söyleyebilirsiniz? Bilge Karasu’nun dilde titizliğini düşünürsek, özellikle kendi uydurduğu kelimeleri nasıl çevirdiniz?

    Kendi kendini çevirebilirdi (Fransızcaya da, İngilizceye de). Kulağın ve dil hissinin ‘yerli’ olmasına ihtiyaç duydu. Çeviri alanı, iki dil arasında olma hissinin, ve onun aracılığıyla kültürlerarasılığın, tamamen vücut bulduğu en önemli alandı. Beraber yaptığımız çevirilerden coşkun bir zevk alıyordu. Ortak çalışma seanslarımızdan birinde, metnimin üstünden geçerken ve bir kelimenin nüansları hakkında sonsuz bir sohbete dalmışken ziyaretçilerinden biri fotoğraf çekmişti. Bilge, bana gönderdiği bu fotoğrafı hakkında: ‘Mehmet, iğneme tam ipliği geçirecekken, iğne ve ipliğin havalanıp buharlaşmasına duyduğum şaşkınlığı yansıttığını düşünüyor’ demişti. Fransızca bilgisi anlamsal kaymalara karşı özellikle hassaslaşmasına neden oluyordu; Avından El Alan masalında: ’Tekboynuz kızoğlan kızlara düşkün’ deki ‘düşkün’ için hem somut, hem mecaz anlam taşıyan ‘friande’ sözcüğünü önermiştim ancak somut anlamı silmek için ‘raffole de’ de karar kıldık sonunda. ‘La licorne est friande de vierges’ ‘La licorne raffole de vierges’’e dönüştü.

    Çevirmenin sözlükselleşmiş ifadeleri yapıştırma eğiliminin kendi tecrübesi nedeniyle farkında olduğundan, Gece/La Nuit’den ‘Fransız dilinin kurallarını’ göz ardı etmeksizin bir bölüm yayımlamak isteyen Nota-Bene dergisinin yapmaya karar vermiş olduğu değişiklikleri düzeltmişti: düzelten ‘iki duvar arası’nı ‘dört duvar arası’na çevirmişti. Bununla beraber, kültürler arası mesafeleri göz önünde bulunduran Bilge orijinal olandan uzaklaşmak konusunda tereddüt etmezdi. Örneğin ‘Texte sur un yalı obscur’ Karanlık bir yalı üzerine bir metin yerine, sözcüğün oryantalist renginden ve nitelemenin gizemli çağrışımlarından kurtulmak için ‘Kapalı bir ev üzerine bir metin’ seçimi gibi.

    Son olarak, şair yönü nedeniyle, ona göre çeviri anlam aktarımıyla sınırlı değildi. Kendi ifadesiyle, Gece’nin Fransızca çevirisinde bulduğu ‘Eklenen koku’ da gerekiyordu.

    Çevirmek ihanet etmektir sözü doğruysa, onu ölümünden sonra çevirmek, paradoks içeren bir sadakat göstergesi şüphesiz; aynı zamanda sohbeti sürdürmenin bir yolu.

    Fransa’da Bilge Karasu konulu bir dergi sayısı hazırlığınız var. [Inverses] Bu sayıda neler olacak? 

    Inverses (‘Sanat, Edebiyat, Eşcinsellik’) dergisinin Bilge Karasu’ya ayrılacak bir özel sayı hazırlama projesi, Bilge Karasu’nun iki Parisli arkadaşıyla yazışmalarının Lettres à Jean et Gino  /Jean ve Gino’ya Mektuplar, Y.K.Y., 2013, yayımlanmasından doğdu.

    Jean Nicolas’nın şair arkadaşı, Metis Yayınlarının zerafetle yayımlanma izni verdiği çevirileri ve içeriği bana emanet eden, redaksiyon müdürü Patrick Dubuis ile bağlantı kurdu; bu çevirilerin çoğu Aslı Aktuğ ile iş birliğim sayesinde gerçekleşti. Sevilmek’in metnini Şehsuvar Aktaş’la beraber gözden geçirdik. Jean Nicolas’nın mektupları yer almadığı için, Bilge’nin mektuplarına cevaben Jean’un resimlerini, Bilge’nin bildiği birkaç tuvalini eklemek istedim. Bu şekilde eşcinsellerin kendileriyle ilgili konuşma hakkının tanınması talebini saygıyla selamlamak (selam çakmak) istedim. Tutumu mektuplarında, ve 77-78 yıllarında tutulan ve ölümünden sonra yayımlanan Özel Günlûk’te açık.

    Şu halde aşk, korku gibi başka tematikleri de farklı şekilde aydınlanıyor eserlerinde. 1963’ten, ölümünden sonra son yayımlananlara kadar, eserlerindeki (ton) ve biçim çeşitliliğini: masal, düzyazı, tiyatro, müzik, göstermeye çalıştım. Bilge’nin yazar olarak, (kısmen-) kenarda bir edebiyata ait olmak anlamına gelen böylesi bir konumu her zaman reddetmiş olduğu düşünülürse, eseri bu ‘Azınlık’ yaklaşımına indirgemek tam bir karşı-anlam hatasına düşmek olur elbette. Bununla beraber, eserin biçimsel özelliğini öne almak, hem ahlaki bir talep, hem de düşünceye dair temel ilke (‘kalıplaşmış fikirler teçhizatı’nı sorgulamak) göstergesi olan (isteğini) gölgelemek demek olur. Sonuçta ‘farklılığı yaşamayı bilmek’ esas konu, buna katkıda bulunmaksa edebiyata –ve çeviriye- (uygun) görevlerinden biridir.


    Referansı belirtilmemiş alıntılar Bilge Karasu’nun Alain Mascarou’ya 1988-1994 yılları arasında yazdığı mektuplara aittir.

    Inverses dergisinin Bilge Karasu konulu sayısı 2016 bahar aylarında yayımlanacaktır. 

  • Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz

    Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz

    1983 doğumluyum. Yeditepe üniversitesi tiyatro bölümü mezunuyum, 1988’den beri yaklaşık 26 senedir kaykay kayıyorum. Türkiye’deki dört büyük şov takımından birinin kurucusuyum. X4’tune adında bir kaykay mağazam var. Yaklaşık 15- 16 farklı Amerikan kaykay markasının Türkiye distribütörlüğünü yapıyorum. Kaykayı geliştirmek için elimden gelen her şeyi yapıyorum.

    Kaykayın gelişimini şöyle özetleyebiliriz: 1970’lerde Kaliforniya’daki sörfçülerin dalga olmayan günlerde karada da kayabilmeleri / kayma istekleri üzerine keşfedilmiş bir spor. Ülkemize gelmesi 1980’leri buluyor. Yurtdışına gidip gelen gençlerden tek tük kaykay getirenler oluyormuş. Yavaş yavaş da gelişerek 90’larda çeşitli mağazalar açılmaya başlandı Türkiye’de. 90’lı yıllarda kaykaya ulaşmak biraz daha zordu, bir iki mağaza vardı elbette burada ama bir kaykay alabilmek için, bilhassa istediğiniz kaykayı alabilmek için üç ay beklemeniz gerekiyordu. Günümüzle karşılaştırınca: Kadıköy’de belli merkezlerde, Türkiye genelinde ise yaklaşık 20 tane kaykay mağazası var. Bunlara “Skate shop” deniyor, işi gücü sadece kaykay olan mağazalar. Geçmişle kıyaslayınca: Geçen seneye kadar 2 tane kaykay parkı vardı İstanbul’da. Türkiye genelinde de yaklaşık 9-10 tane vardı. Şu anda İstanbul’da 11 tane park var ve Türkiye genelinde ise 30-35 tane kaykay parkı var. Bunların hepsi profesyonel kaykay parkları.

    Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz 2
    Sürekli bir yükseklikten aşağı düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz… Ve sonra oradan kaykay ile beraber düzgün bir şekilde inmeyi öğrendiğinizde büyük bir haz yaşıyorsunuz ve daha yüksekten atlamak için kendinizi zorluyorsunuz. Daha da yüksekten atlamaya çalışıyorsunuz.

    “Neden bir çocuk kaymak ister?” bir kere kaykay zaten öncelikle bir spor, ikincisi bir kültür, diğer ekstrem sporlardan ayıran ve onu bir kültür haline getiren şey de bunun bir yaşam tarzı olması. Yani kaykaycı gibi yaşıyorsunuz, sizi daha çok motive eden müzikler dinlemeye başlıyorsunuz,  o müziklere göre ya da kayma stilinize göre kıyafetler giyiyorsunuz. Kaykay: Kendini ifade etme biçimi. Egomuzla da paralel biçimde yürüyor, sonuçta bir şey yapıyorsunuz, bir hareketi öğreniyorsunuz. Bunu da diğer insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Ya da öğreneceğiniz zaman birilerine ihtiyaç duyuyorsunuz. Basılı ya da görsel değil, bire bir konuşup “ben nerede yanlış yapıyorum?” diyebilecek birilerini arıyorsunuz. Anlatmak istediğim bir önemli detayda öğrenme sürecinde sürekli bir yerden atlarsınız, tabi bunlar zıplatmayı “ollie” öğrendikten sonra. Sürekli bir yükseklikten aşağı düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz… Ve sonra oradan kaykay ile beraber düzgün bir şekilde inmeyi öğrendiğinizde büyük bir haz yaşıyorsunuz ve daha yüksekten atlamak için kendinizi zorluyorsunuz. Daha da yüksekten atlamaya çalışıyorsunuz. Daha da yüksekten atladıkça daha farklı teknikler öğreniyorsunuz ve o ‘bir şeyi başarmanın verdiği haz’ ile bu yaptığınız şeyi arkadaşlarınızla paylaşma arzusu duyuyorsunuz.

    Bunun dışında, yüksekten düşme korkusunu da şuna benzetiyorum: Mesela işinizde başarılı olmak nasılsa iflas da edebilirsiniz fakat tekrar ayağa kalkıp yola devam edersiniz.  Sonuçta bir şekilde yaşamak gerekir. Kaykayda da böyle bir durum söz konusu, düşersiniz ama gidip tekrar, tekrar denersiniz. Başarabileceğinizi biliyorsunuz çünkü pratik yaparak. Yani şöyle, birazcık farklı olup kendinizi ifade etmek istiyorsanız, kaykay iyi bir spor. Bir kere bu bahsettiğim “başarma hazzı”, “kendini geliştirme duygusu” yanında bir yandan da şöyle bir şey var, kaykay şehri keşfetmenizi de sağlayan bir olay.  Yani, bir üç basamaktan atlarsınız, dört basamaktan atlarsınız  sonra beş basamaklı bir yer aramaya başlarsınız. Yeni insanlar keşfetmek için, yeni yerler keşfetmek için de kaykaycılar sürekli hareket halindedir. Belli merkezlerimiz vardır ama şehrin içinde her yere gideriz. Ben 12-13 yaşındayken çok yakın bir kaykaycı arkadaşımla otobüslere rastgele atlar, nereye olursa, son durak oraya gidip etrafı keşfetmeye başlardık. Bu sayede, büyüdüğümde şunu farkettim ki ben baya şehri biliyorum. Suadiye’de yaşıyorum, ta gidip Beylikdüzü’nden falan çıktığımı hatırlıyorum ki şimdiki gibi metrobüs falan da yoktu yani. Baya yurtdışına çıkmış gibi oluyorduk o yaşlarda. Serseri işi gibi gözükse de bizler bu işin spor kısmını, kültürel kısmını ve sosyolojik boyutunu göz önünde bulunduruyor “Neden olmasın?” diye düşünüyoruz ve bence Türkiye’den de çok yetenekli kaykaycılar çıkıyor, çıkmaya da devam edecek, bilhassa bu parklar sayesinde, bu ulaşılabilirlik sayesinde daha da gelişecek. Zaman içinde nereye kadar gideceğini göreceğiz.

    x4tune.com

    Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz 3Bu elimde gördüğünüz Türkiye’nin ilk kaykayı, ilk kaykay markası. Yerli bir kaykay markası, Tekno Play. 1979 yılında verilmiş ilanı var bunun. 79’da yerli bir kaykay yapılmış olması da beni ayrıca mutlu ediyor. Buna da çok sevdiğim bir arkadaşım benim için bir yerlerden bulup getirdi. Bildiğim kadarıyla şu an bu şekilde sağlam olan 3 tane var. Çok ilginç bir şey, kaykayın altında mesela kullanım kılavuzu koymuşlar. Diyor ki mesela: “Sporunuzu parklarda, düzgün ve meyilli sahalarda ve trafiğe kapalı olan yerlerde yapınız.” Böyle beş maddelik, altında açıklaması var. Bu bakımdan da özel bir kaykaya sahip olduğum için ayrıca mutluyum. Herkese nasip olmaz, size de göstereyim, Türkiye’nin ilk kaykayı. Tekno Play kaykay. Benim için paha biçilmez!